Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının toplumcu-eleştirel gerçekçi çizgideki birçok yazar-şair, eserlerinin tahlil edilmesi suretiyle günümüze ışık tutacak niteliktedir. Çünkü söz konusu yazar veya şairler, dönemin toplumsal sorunlarını dile getirirken aynı zamanda sorunlara kendilerince de çözümler sunmuşlardı. Bu eserlerin büyük bölümünün tezli olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
TIKLAYIN - ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA
İşte bu yazarlardan bir tanesi de şüphesiz Sabahattin Ali’dir. Biz de Sabahattin Ali’nin hayatını kısaca verdikten sonra onun sanat anlayışını vermeye çalışacağız. Daha sonra Sabahattin Ali’nin “Düşman” adlı hikayesini tahlil ederek bugüne dair bir eleştiri serüvenine çıkacağız ve kavga etmeden sessizce payımıza düşen-düşecek “hisse”yi alacağız.
Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Bulgaristan’da Gümülcine’ye bağlı Eğridere ilçesinde doğdu. Sabahattin ismini babası, dostu Prens Sabahattin’den dolayı vermiştir ki küçük kardeşinin adı da Tevfik’tir. Çünkü Sabahattin Ali’nin babası aynı zamanda Tevfik Fikret’in arkadaşıymış. Bütün bu parçaları yan yana getirdiğimizde Sabahattin Ali’nin babasının “hürriyetçi” biri olduğunu söyleyebiliriz.
Sabahattin Ali, gerek annesinin yakalandığı histeri hastalığından ve gerekse ekonomik nedenlerden dolayı çok sıkıntı çekmiştir. Ailesiyle birlikte birkaç şehirde kısa süreli kalıp çeşitli okullarda eğitimini aldıktan sonra en nihayetinde 1927 Ağustos’unda İstanbul Muallim Mektebi’ni bitirerek Ekim 1927’de Yozgat’a öğretmen olarak atanır. Dolu dolu yaşamayı seven Sabahattin Ali için burası çok sıkıcıdır, alışamaz. Bunun bir nedeni de aşık olduğu Nahit Hanım'dan uzak olmasıydı şüphesiz.
1928 yazında döndüğü İstanbul’da Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya gitmeye hak kazanır. Almanya’ya dil öğrenmesi ve eğitim görmesi için gönderilecektir. Sabahattin Ali’nin hayatında bu yolculuk bir dönüm noktası olur. Çünkü Sabahattin Ali Almanya’ya yolculuk sırasında “…istasyonlardan birinde gazeteciden Upton Sinclair’in Petrolium’unu aldı. Romanı okuyup bitirdiğinde –yıllar sonra arkadaşı Rasih Nuri’ye söylediğine göre- sosyalizme yakınlık duymaya başlamıştı (Asım Bezirci, Sabahattin Ali, s. 25).” Buna rağmen Sabiha Sertel, Sabahattin Ali’nin kafasında sosyalizmin o zamanlar belirgin bir şekil almadığını ve daha sonra Nazım Hikmet’in Sabahattin Ali’yi gerçekçi edebiyata ve sosyalizme yönlendirmeye çalıştığını söylüyor (a.g.e, s.28).
Sabahattin Ali Türkiye’ye döndükten sonra o aralar Nazım Hikmet yönetimindeki Resimli Ay’ı ziyaret eder ve solcu çevresi genişler. Bundan sonrasında öğretmenlik yaptığı Aydın’da Sabahattin Ali’nin komünistlik propagandası yaptığı şeklindeki bir ihbardan dolayı tutuklanır. Üç ay hapis yattıktan sonra ihbarın asılsız olduğu ortaya çıkınca serbest bırakılır. Hapiste kaldığı süre boyunca gözlemler yapmış ve eserlerinde işleyeceği kahramanları bulmaya çalışmıştır.
Hapisten çıktından sonra Konya’ya atanan Sabahattin Ali, anlaşmazlığa düştüğü bir gazetecinin “bir ortamda Atatürk’ü eleştiren bir şiir okuduğu” şeklindeki ihbarı üzerine yeniden tutuklanır. Aralık 1932’de başlayan hapisliğiyle birlikte Konya’da bir süre yattıktan sonra Sinop Cezaevi’ne nakledilir. Kaldığı koğuş, denize bakmaktadır ve Sabahattin Ali dalgaların cezaevi duvarına nasıl vurduğunu görmekteydi ve özgürlüğü çok istiyordu.
Bu durum “Duvar” adlı hikayesinde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı (…) Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir” sözleriyle ifadesini bulur. Sinop Cezaevi’nde kaldığı sürece “Hapishane Şarkısı” adlı beş şiirini yazar. Daha sonra 1934’te “Dağlar ve Rüzgar” adlı şiir kitabında yer alan bu beş şiirin sonuncusunda “Aldırma gönül, aldırma” diyecek ve günlerin geçeceğini ve özgürlüğüne kavuşacağını düşünerek avunmaya çalışır.
1933’te Cumhuriyetin 10. yıldönümünden dolayı çıkarılan genel afla serbest kalır. Öğretmenliğe dönmek ister. Bunun için kendisinin kalemiyle Atatürk’e olan sevgisini ispatlaması istenir. O da Varlık dergisinde yayımladığı “Benim Aşkım” adlı şiirle Atatürk’e olan sevgisini belirtir. Göreve başladıktan sonra 16 Mayıs 1935’te Aliye Hanım’la evlenir. 1935-1945 yılları Ali’nin en verimli yıllarıdır. Dağlar ve Rüzgar adlı şiir kitabından sonra çeşitli yıllarda üst üste hikaye kitapları, romanları ve çevirileri yayımlanır.
Eserlerindeki temalardan dolayı milliyetçilerin tepkisini çeken Sabahattin Ali, özellikle Turancı Nihal Atsız’ın saldırılarına maruz kalır. Önceleri Atsız’ı, önemsenmeyecek değerde görse de Atsız’ın saldırılarının artması üzerine hakaret davası açar ve mahkeme süreci sorunlu geçer. Her duruşmada toplanan milliyetçiler tehditler savurur, mahkemeye müdahale etmeye çalışır. Polislerin müdahale edeceği sırada hemen İstiklal Marşı okuyan milliyetçiler, Ali’nin kitaplarını yakarak sloganlar atarlar (Bu sahneler eminim size tanıdık gelmiştir). Öyle ki mahkemenin içine ulaşan olayı Sabahattin Ali arkadaşına “Mahkeme salonuna sızan sağcı faşist birdenbire salonda gösteri yapmaya başladı. Yargıç celseyi iptal etmek istiyordu. Irkçılar hemen İstiklal Marşı söylemeye başladılar. Tabi yargıç da sesini çıkaramadı. İçeride, dışarıda müthiş bir gürültü vardı. Ben tehlikenin azametini anladım. Bereket versin mahkeme, binanın birinci katında idi. Penceren atladım, zor bela kendimi kurtarabildim (a.g.e, s. 56).” sözleriyle anlatıyor. Olaylı geçen duruşmalar sonucunda Atsız, hapis ve para cezasına çarptırılır.
Hapisten çıktıktan sonra gazetecilik yapmaya başlar ama ırkçıların saldırıları bitmez. İktidarın da kışkırtmasıyla çıkan “Tan olayları” nedeniyle gazete kapanır ve işsiz kalır. Daha sonrasında Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz gibi yazarlarla Makro Paşa, Merhum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasi mizah gibi gazetelerde çalışır (1946-47). Tabi sürekli gözetim altında olduğu için rahat edemez, yazılarından dolayı sürekli baskı altındadır. Bu sebeple de bir süre yine işsiz kalır ve bir arkadaşının kamyonunda çalışır. Bütün baskılardan sonra “Ne Zor Şeymiş” adlı yazısında duygularını “Çarpmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” şeklinde ifade eder.
Cinayetin üzerindeki sır perdesi
Bütün sıkıntılar ve katlanılmaz baskılar Ali’yi artık sürgünlüğün yolunu gösteriyordu. Bu; canından çok sevdiği eşinden, kızı Filiz’den, dostlarından ve ülkesinden ayrılmak demekti. Ne olursa olsun yurtdışına kaçmaya karar verdi. Sınırı geçtikten sonra Cimcoz’lara verilmesini istediği 28 Mart 1948 tarihli mektupta “Şimdiye kadar kendimden başka hiç kimseye kötülük etmemek için gayret ederdim. Artık kendime de kötülük etmemek için bu kararı verdim (a.g.e, s. 65).” diyecektir. Kaçış planına göre hapisten tanıştığı Hasan Tural, onu kaçakçı Ali Ertekin ile tanıştırır.
Sabahattin Ali’nin bugün daha aydınlanmamış ölümüyle ilgili Zekeriya Sertel şunları söylüyor: “Sabahattin, bir gün polisin kamyonuyla ve polisin adamı şoförle birlikte Trakya’ya geçti. O vakit öğrendiğimize göre, Tekirdağ valisi, yolculuktan önceden haberdar edilmişti. Yolculuk Bulgaristan sınırına kadar arızasız geçti. Kamyon sınırda durdu. Yorulmuşlardı. Ortalık aydınlıktı. Sabahattin, sınırı geçmek için akşamı beklemeye karar verdi. Bir ağacın altına uzanarak uykuya daldı. Rehberi onun uyumasından yararlanarak önceden hazırladığı kalın bir odunla Sabahattin’in başını ezdi (20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, C. 2, s. 292).” Neden bunu yaptığını da Ali Ertekin, Sorgu Yargıçlığı’na verdiği ifade de “…Sabahattin Ali’nin Türklükle alakası olmayan ve Türk milletine fenalık yapmak için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım (…) İşte bu milli düşünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa ile kitap okumakta iken kafasının sol tarafına yüzüne doğru şiddetle vurdum.” diyerek bugünün milli hassasiyet tellallarının sözlerini anımsatıyor adeta. Tabi Asım Bezirci “Cinayeti ‘milli duygularla’ işlediğini öne sürmesine karşın, 1946’da erbaşlık yaparken tüfek hırsızlığından dört ay yirmi güne mahkum olduğu, ordudan kovulduğu bir süre Milli Emniyet’te çalıştığı duruşma sırasında anlaşıldı (a.g.e, s. 71).” diyerek sonuç itibariyle katilin emniyetle bağlantısına işaret etmektedir.
Bunun yanında Rasih Nuri İleri de yüksek rütbeli bir kurmay subayın anlattıklarına dayanarak S. Ali’nin Emniyet’te işkence edilerek öldürüldüğünü ve Emniyet’in ajanı olan Ali Ertekin’in ise katil rolünü oynadığını belirtiyor. Yine aynı şekilde Uğur Mumcu’nun da yaptığı araştırma neticesinde söyledikleri, Rasih Nuri İleri’nin söylediklerini destekliyor (a.g.e, s. 74).
Sonuç itibariyle Ali Ertekin dört yıla mahkum edilirse de çıkan af kanunuyla serbest bırakılır. Bununla ilgili olarak Asım Bezirci “Şimdi Kadıköy’de Anadoluhisarı Yenimahalle’de, Göksü deresinin yanında çevresi güllerle kaplı, pembe boyalı, iki katlı telefonlu şirin bir evde oturmaktadır. 1947’den 1965’e kadar hiçbir eseri yayımlanmayan Sabahattin Ali’nin ise hâlâ bir mezarı bile yoktur (a.g.e, s. 75).” sözleriyle her şeyi özetlemektedir.
Sanat anlayışı
Yazın hayatına şiirle başlayan Sabahattin Ali, daha çok bir “hikayeci” olarak tanınmıştır. Bunun bir nedeni, onun daha çok hikaye yazması (beş hikaye kitabı) olduğu gibi diğer bir nedeni de hikayelerindeki başarılı anlatım ve yeniliklerdir. Dönemin koşulları içinde gerçekliğe bağlı olarak yazdığı eserlerinin, toplumun yaşantısını eleştirel bir şekilde dile getirmesi önemlidir.
Asım Bezirci, Ali’nin hikayelerinde ele aldığı konuların sınırlı olduğunu belirttikten sonra genel olarak hikayelerde; aşk, düşkün kadınlar, köy ve köylüler, işçiler, hastaneler ve doktorlar, hapishane ve mahpuslar, aydınlar / yöneticiler ve çocuklar (a.g.e, s. 83) gibi konuların ön plana çıktığı belirttir. Bundan yola çıkarak anlaşılabileceği üzere Ali’nin eserlerinde bu konuların koşutluğunda ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ve güçlü-güçsüz çatışmasının vurgulandığını söyleyebiliriz.
Yazarın bu tutumunda gittiği Almanya’da etkilendiği sosyalist çevrenin etkisi yadsınamaz. Bununla birlikte bizzat Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunması ve her şeyi iyi bir şekilde gözlemlemesi, onu realist bir çizgiye çeken başlıca iki unsurdur. Bu sebeple Mehmet Kaplan onun gücünü “gerçeğin ayrıntılarına dikkat etmek”e bağlarken, Tahir Alangu ise Ali’nin duruşmalar ve mahpusluk sırasında bile etrafını gözlemlediğini ve eserlerinin kahramanlarını böyle bulduğunu belirttir. Ki kendisi de “realistlik” konusunu tartışırken bu kavrama takılmadan kendisi için sadece “hayat ve insan” olduğunu belirttir. Çünkü o, bencilliği sevmez ve bir yazarın çevreden bir şeyler aldığı gibi yine çevreye bir şeyler vererek yazması gerektiğini ve en büyük realizmin samimi olmak, yalan söylememek olduğunu belirtir.
Bunu nasıl yaptığı konusunda Asım Bezirci’nin “…İçinde yaşadığı çevrelerin ve aralarında bulunduğu insanların gerçek yaşamından çıkarmıştır. Üstelik bunu edilgin bir gözlemci / yansıtıcı gibi değil, eleştirici / toplumcu bir tavırla yapmıştır (a.g.e s. 95).” sözleri açıklamaktadır. Çünkü Sabahattin Ali, Anadolu’nun içinde bulunduğu sorunları tespit etmekte ve aynı zamanda da eksiklikleri eleştirmektedir. “Sanat, gerçekliğin yansıtılmasıdır” diyen Rus kuramcı Çernisevki’nin de belirttiği yazar sadece sosyal gerçekliği vermekle yetinmez, aynı zamanda bunu açıklayıp yargılar. Bunu yaparken de Mehmet H. Doğan’ın dediği gibi Sabahattin Ali, Anadolu’ya bürokrat gözüyle bakmaz.
Toplumun sorunlarını gören ve aksaklıkları eleştiren S. Ali, bununla halkı en iyiye yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Öyle ki bunu “Ben hiçbir zaman sanatın maksatsız olduğuna kani olmadım. Sanatın bir tek ve sarih maksadı vardır: İnsanları daha iyiye, daha doğruya ve daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak” sözleriyle çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bununla birlikte Ali’nin halkı güzel günlere taşımak adına bir propagandacı olduğunu söyleyebiliriz. Tabi onun propagandacılığı, Montgomery Belgion’un edebiyat sanatçısı için dile getirdiği bir “sorumsuz propaganda”cılık değildir. Bilakis Eliot’un, Belgion’a cevap verirken belirttiği “bilinçli ve sorumluluk duygusuna sahip propaganda”dır bu. Çünkü Sabahattin Ali “Öykü ve romanlarını gözlemci gerçeklikten eleştirel, hatta toplumcu gerçekliğe doğru geliştirmiş, bireysel boyutu da korumaya çalışarak yazın yoluyla bir bilinç oluşturmak istemiştir (Cumhuriyet Dönemi Edb. A. Oktay, s. 1191).”
Tabi şunu da belirtmek gerekir ki “bireysel boyut”ta Sabahattin Ali’de var olan romantizm, tamamen “bireysellik” olarak algılanmamalı. Eserleri kimi yerlerde romantizme yaklaşsa da bunun sosyal alana doğru yayıldığını görüyoruz. Ondaki romantizmin, köklerinin yine sosyalizmde olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği üzere 1930’larda da bu konu uzun uzun tartışılmış ve romantizmin toplumcu-gerçekçilik ile çatışmadığına kanaat getirilmiştir. Özellikle Jdanov tarafından da toplumcu-gerçekçi eserlerdeki romantizmin, “devrimci romantizm” olduğu vurgulanmıştır. Ki Sabahattin Ali’deki romantizmin de böyle algılanmasının daha doğru olduğu düşüncesindeyim.
“Yarı aydınlar" sorunsalı
Sabahattin Ali’nin hikayelerinde sıklıkla ele aldığı konulardan bir tanesi “aydınlar / yöneticiler”dir. Burada aydınlardan kasıt, okuma-yazma oranının çok düşük olduğu ve dönemin koşullarında memur olmuş; diploma sahibi kişileri anlamalıyız. Ali de halka hizmet etmesi gereken bu aydın kesime daima şüpheyle yaklaşmakta ve onları eleştirmektedir. Bu sebeple de “yarı aydın” ifadesini kullanmakta ve Asım Bezirci ile Selim İleri’nin de belirttiği gibi onlara güvenmemektedir.
“Yarı Münevver” adlı yazısında da “Bizde birkaç sahifeden fazla yazı okumaya tahammülü olmayan bir ‘yarı münevver’ zümresi vardır” tespitinden sonra bunları “psikopat” olarak değerlendirmektedir. Özellikle bu “yarı münevver”lerin fikir sahibi olmadıklarını dile getiren S. Ali devamında “On dakika içinde maddi ve manevi her çeşitten en aşağı on mevzuya dokunup geçtiklerini görmek insana adeta dehşet verir. Bir meseleyi başından alıp sonuna kadar götüremeyecek derecede uyuşuk oldukları ve ‘ideophobie’ diyebileceğimiz bir nevi ‘fikri faaliyetten korkma’ illetine tutulmuş bulundukları için düşünmeye lüzum kalmadan ortaya sürülebilecek kararları vardır ve bunlar üzerinde asla münakaşa kabul etmezler” diyerek onların sabit fikirliliğine atıfta bulunmaktadır.
"Düşman"
Biz de Nazım Hikmet’in “Ustalık bakımından, Sabahattin Ali’nin en güzel hikayesi budur” dediği “Düşman” adlı hikayesi üzerinde durarak aydın / yarı aydın konusunu irdelemeye çalışacağız.
Ali’nin hikayelerinde günlerini boş şeylerle geçiren ve bir hiçliğe saplanan yöneticileri sıklıkla görürüz. Bu hikayede de yarı aydın olarak gösterilen hikayenin kahramanı iş çıkışı zamanını geçirmek için arkadaşlarıyla buluşmuş ve poker oynamıştır. İşi gücü yerinde bu yarı aydın, gece eve dönerken aynı zamanda kendisiyle konuşmaktadır. Ali’nin hikayelerinde birçok kahramanının kendisini sorguladığını sıklıkla zaten görmekteyiz. Bununla birlikte Sabahattin Ali, hikaye kahramanını itirafta bulundurarak çelişkileri gösterme yoluna gitmektedir.
Yarı aydın, dalgın dalgın yürürken ayakkabılarına bakıyor ve hayatın adeta giydiği rugan iskarpinler gibi olduğunu düşünüyor ve “Tıpkı bunlar gibi biz de günler geçtikçe aşınmaya, bir tarafa kaykılmaya, çirkinleşmeye ve nihayet işe yaramamaya başlayacağız” der. Burada yarı aydının hayatı ne kadar edilgin bir şekilde algıladığını görüyoruz. Çünkü yarı aydın, hayatı olağan akışına bırakıyor ve hayata bir şey vermesi gerektiğini ve bununla birlikte şartları değiştirebileceği konusunda bir inancı yok. Dolayısıyla “pasif” bir algılama söz konusudur.
Dolayısıyla Sabahattin Ali’nin hikayesinde bu yarı aydın, makam olarak iyi bir yerde olmasına ve para kazanmasına rağmen mutsuzdur. Çünkü hayatın öznesi durumunda değildir. Zaten bu yarı aydın devamında “Hayat ne güzel fakat ne can sıkıcı şeydi!.. Gündüz daire... Hafif bir iş, bol para... Akşam üzerleri güzel bir yemek, bazen sinema... Çay... Poker... Sonra uyku... Bunların hepsi güzeldi, fakat bütün günü dolduran bu eğlendirici işlerin içinde insan bir boşluk hissi duymaktan kurtulamıyordu. Bir şey eksik gibiydi, bütün ömrünce işlemeyen bir yeri varmış gibiydi” diyerek bunu itiraf ediyor. Ama bu eksikliğin ne olduğunu yarı aydın düşünmüyor, daha doğrusu düşünmek istemiyor. Çünkü düşünmek, onun başına bela olabilirdi.
İşte Sabahattin Ali, toplumun ve özellikle aydın / yönetici sınıfın içine düştüğü bencillik ve para kazanma hırsını yermekte ve sosyal eşitsizliğe vurgu yapmaktadır. Çünkü bir kesim zenginleşip güzel bir hayat yaşarken beri tarafta Anadolu halkı ezilmekte ve fakirleşmektedir. Bu sebeple de okumuş ve diploma sahibi olmuş ama gerçek aydın olamamış olan kişilere karşı Sabahattin Ali biraz da öfkelidir. Bu sebeple de “İçimizdeki Şeytan” romanında “Aslında hepiniz bir an evvel okuldan yakayı sıyırıp, gözde bir mevkiye kapağı atıp yükselmek –memleket, ilim, fazilet gözetmeksizin- kazanmak, pek çok kazanmak… İsteyeceksiniz” dedirtecek ve “Bir Skandal” adlı hikayesinde ise yarı aydınların amacını “Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya muallim olmuşlardı, fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil, iyi karnını doyurmak, iyi giyinmek, güzel karı alabilmek için yapmışlardı” sözleriyle dile getirecektir.
Hikayenin devamında evine ulaşan yarı aydın, kapıyı açıp tam içeri gireceği sırada gelen sese dikkat kesilir ve ağaçlar arasında bir karartı görür. Bu, uzun yıllar görüşmediği bir arkadaşının karartısıdır. Ve polis tarafından aranmaktadır. Bir gece kalacak yer aramaktadır. Kısa sohbetten ikisinin aynı okulda okumuş olduğunu ve on iki yıldır görüşmediğini anlıyoruz. Kısa bir tereddütten sonra yarı aydın, arkadaşını içeri davet eder. Bunun üzerine arkadaşı “Beni evinin içine sokmak tehlikelidir!” der. Buradaki tehlike kişinin sahip olduğu fikirlerin farklılığı ve yarı aydının yaşantısını etkileyebileceğine dair bir göndermedir. İçeri girdikten sonra da yarı aydın, arkadaşının tehlikeli fikirlere saplandığını duyduğunu söyler. Bu fikirler, dönemin hükümeti tarafından tehlikeli görülen sosyalist fikirlerdir. Zaten sistemin istemediği her fikir, tehlikeli olarak kanıksattırılmıştır yarı aydınlara. Bu sebeple de yarı aydınlar, düzenin bütün haksızlıklarını ve eşitsizliklerini sindirebilmişlerdir. Hikayemizdeki yarı aydının “Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?” sorusunda da onların çaresizliğini görebiliyoruz. Tabi misafirin “Siz dünyanın değişmez olduğuna inanmaya mecbursunuz!” cevabı da yarı aydınlara kanıksattırılan düzeni gözler önüne sermektedir. Bu sebeple de yarı aydınlar, düzenin-statükonun devamını kendi var oluşları için yegane seçenek olarak kabul ederler.
Hikayenin devamında makam-mevki sahibi olmakla ve para kazanıyor olmakla böbürlenen yarı aydın bunu, “Normal yollarda” yürümekle elde ettiğini söyleyecektir. Bu normal yollar, işte yukarıda bahsettiğimiz gibi sistemin bütün haksızlıklarını ve hatalarını sindirerek bencilce yaşamaktır. Tabi Ali bunu şiddetle eleştirmektedir. Bu sebeple misafire “Yürüyüşünü bilmem... Normal olabilir... Fakat üzerinde yürüdüğün yola bu kadar inanıyor musun? Hele faydalı olduğuna…” diyerek bu çelişkiyi yarı aydına itiraf ettirmeye çalışıyor. Fakat yarı aydın cevap veremeyecektir. Çünkü o da benliğini tamamen sisteme teslim etmiş olduğundan dolayı sahip olduklarının kendi inisiyatifinde olup olmadığından ya da iyi olup olmadığından emin değildir. Bu sebeple de bir şeyleri anlamak istemeyenlerin yapmış olduğu klasik bir tavırla “Bırak şu derin lafları canım!” diyerek işin içinden çıkmaya çalışır. Bunun üzerine misafir, kendisinin haklılığından emin bir şekilde “Hiç derin laflar değil. Bir kere görebildikten sonra o kadar açık ve elle tutulur şeyler ki... Fakat doğru, bırakalım... Çünkü insanın kafası bir kere bunları düşünmeye başlarsa bu rahat koltuklarda bu kadar rahat oturmak mümkün olmaz sanıyorum” diyerek bir sebep-sonuç çıkarımında bulunmaktadır. Evet! Yarı aydın, düzenin yaptığı haksızlıklara karşı sesini çıkarmamaktadır (sonuç); çünkü sesini çıkarırsa, düzenin de değişebileceğine inanırsa belki de bu inanç uğruna sahip olduğu bu rahat hayatı terk edecektir (sebep).
Oysa yarı aydın, hikayenin devamında arkadaşını bu hayata sahip olmadığı için kendisini kıskanmakla suçlayacaktır. Bu da yarı aydınların klasik basit algılama biçimi olsa gerek. Tabi bunun cevabı var. Bunun cevabı, yurdun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik buhrandır. İnsanların fikirlerinden dolayı yargılandığı ve hatta öldürüldüğü bir baskı dönemidir. Bunları bilen ve gören misafir, “Kafama düşünmeyi, gözlerime görmeyi yasak edebilsem, senin çıktığını zannettiğin yere varmanın bana güç gelmeyeceğini bilirsin... “ diyerek bu sefer bir koşul-sonuç durumunu tespit etmektedir. Evet! Kafamıza düşünmeyi ve gözlerimize gerçekleri görmeyi yasaklarsak (koşul) bütün sistemlerde iyi bir hayat elde edebiliriz (sonuç).
Kısa ve net cümlelerle yapılan bir tartışmadan sonra yarı aydın, misafirine yatacağı odasını gösterir. Farklı fikirlerde ve ortamlarda olmasına rağmen, tartışmış olmalarına rağmen misafir, yarı aydına içtenlikle sarılır ve onu öper. Sonra da uyumaya gider.
Yarı aydın ise arkadaşının uyumasından sonra tek başına kalarak uzun süre kendisiyle konuşur ve kendini psikolojik olarak rahatlatmaya çalışır. Bunun için de arkadaşının anlattıklarının doğru olmadığına kendini inandırma yoluna gider. Ama kafası karışmış ve çelişkiler içine düşmüştür. Ki bu durum yarı aydının “Söylediği şeylerde bir hakikat bulunabilir mi ki?.. Zannetmem... Bütün dünya budala mı?.. İnsan acayip mahluk... Kafası bir kere bir şeye saplanıverince en akıllısından böyle bir mecnun doğuyor!..” sözleriyle kendini göstermektedir.
Arkadaşının kendisinden emin tavırları ve yarı aydının içinde oluşan kuşkular iyice onu rahatsız etmiştir. Bir an gidip arkadaşını uyandırıp onunla tekrar tartışmak ister ama bundan vazgeçer. Ama arkadaşının dediği gibi bir şeyleri sadece az düşünmek bile insanın rahatını kaçırmaya yetiyordu ve kendisi de huzursuzdu artık. Kısa bir süre sonra eline aldığı gazeteye göz gezdirdi. Gazetede arkadaşının arandığı ve her an yakalanabileceği yazıyordu. Tedirginliği iyice arttı. En sonunda onun bir “Düşman” olduğuna karar verir. Çünkü yarı aydın “Bir gün o ve onun gibiler hakim olursa...” diyerek sahip olduğu rahat yaşamdan olacağını düşünüyor ve tedirgin oluyordu. Bu yüzden de onu “ortak düşman” olarak ilan ediyordu. Arkadaşı ve fikirleri, hem sistemin hem de onun ortak düşmanıydı artık.
Bütün bu iç çatışmalardan sonra, sistemin askeriyle polisiyle kendisini koruduğunu bu yüzden de korkmaması gerektiğini düşünüyordu. Bir an mensubu olduğu ve onayladığı sistemi düşünüp, evinde bu sisteme aykırılık oluşturan bir kişinin bulunması ona, evine gelen kişinin eski bir arkadaşı olduğunu unutturur. Gazetede arkadaşının her an bulunmak üzere olduğunu okuması onu daha da telaşlandırmıştır. Sonunda eli telefona gider ve polise ihbarda bulunur. Asım Bezirci’nin de dediği “Sabahattin Ali ‘Düşman’da toplumsal/sınıfsal ayrımların beslediği çıkarların dost kişileri bile nasıl bencilleştirdiğini, git gide düzenin bir parçasına dönüştürdüğünü, insanlık ve ahlak dışı edimlere sürüklediğini göstermektedir. Bunun için, kahramanını ihanete kadar götüren ruhsal süreci çok iyi belirtmekte ve ayrıntılardan zekice yararlanmaktadır (a.g.e, s. 116).”
Tabi bu yarı aydının dostuna yaptığı ihanetin yanında bir tarafta da yarı aydın, onu evine alarak bu sefer de mensubu olduğu düzene ihanet etmiş olabileceği çelişkisiyle kendisiyle çatışmaktadır. Kendisi de biliyor ki düzene uymamak beraberinde “muhalif” olarak nitelenmeyi, sonrasında da “hain” olarak yaftalamayı getirecektir. Buna rağmen polisler gelmeden arkadaşını uyandırmayı düşünür, ama yapamaz. Prangaları vardır çünkü. Bir taraftan düzene ihanet etmiş olabileceği korkusu bir taraftan da arkadaşını uyandırınca arkadaşının her şeyi öğreneceği korkusu onu engellemiştir. Fakat zaman geçiyordu. Her an polisler gelebilirdi. Sonunda “Dışarıda ayak sesleri duyar gibi oldu ve her şeye rağmen kararını verdi, birkaç adım ilerleyerek elini uykudakinin omzuna koydu.”
Tam bu esnada polisler gelir. Kapıyı açar ve arkadaşının uyuduğu odayı gösterir. Kapı yarı aralıktır. Polisler de sessizce içeri girerler. Yarı aydın ise onlar içeri girerken merdivenlerden koşarak çıkar. Burada yarı aydın, neden yukarı doğru koşmaya başlamıştır? Arkadaşını polisler yakalamış mı? Yoksa saniyelik farkla arkadaşının son anda kaçmasını mı sağlamıştır? Bunların belirgin olduğunu söyleyemeyiz. Bu anlamda 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı adlı eserde “Öykülerdeki teknik düzeni oluşturan serim, düğüm, çözüm bölümlerinden, Sabahattin Ali’nin çoğu öykülerinde en önemli yer tutan ‘serim’ bölümüdür. Bu, kişilerin ve olayların hazırlık durumlarıyla ilgili uzun tanıtmalar biçiminde gözükür. ‘Düğüm’, genellikle birdenbire karşılaşılan niteliktedir; ‘çözüm’ ise çoğu kez okura bırakılır (c. 2, s. 296).” genel tespitinde, ‘çözüm’ bölümü için belirtilen durumun “Düşman” adlı hikayede de söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. (İG/HK)
Kaynakça
1-Oktay, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950, Kültür Bakanlığı Yayınları
2-Kabaklı,Ahmet, Türk Edebiyatı III, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları
3-Kutlu,Mustafa, Sabahattin Ali, Dergah Yayınları
4-Bezirci, Asım, Sabahattin Ali, Evrensel Basım Yayın
5-Ünlü, Mahir/Özcan, Ömer, 20. Yüzyıl Türk Edebiyatı, c. 2, İnkılap Kitapevi
6-Rene Wellek/Austın Warren, Edebiyat Teorisi, Akademi Kitabevi, Çev: Ömer Faruk Huyugüzel
7-Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları
* Bu çalışma Evrensel Kültür dergisinin Ağustos 2012 sayısında yayınlanmıştır.