Geçenlerde rüyalarıma hile katabildiğimi keşfettim. Hinoğlu hinlik böyle bir şey olsa gerek. Yeni icadım olan bu numara sayesinde, zamanda geri gidebiliyordum rüyanın içinde, yani olmuşu bir kenara bırakıp, yeniden başlayabiliyor, kurabiliyordum olabilecekleri. Ne güzel değil mi, ama işte sadece rüyada...
Rüyadaki hikayenin çoğunu hatırlamıyorum ama sanırım Brezilya'da geçiyordu. İçinde oraya eylülde gidecek olan bir arkadaş, bendeniz, bir Brezilyalı dost, bir de memleketimizde doğmuş ama o yaban ellerde tepinen şahıslar vardı. Neyse sağ salim çıktık epey belalı bir meselenin içinden. Zamanda oynayabilme sayesinde.
Arada başkaları da hatlara karışıyordu. Daha kuzeyden, Pensilvanya diyarlarından rüyaya kaynak yapıp “malum şahıstan nasıl kurtulunur?” başlıklı neşriyatlar zerk etmeye çalışan biri de vardı, ama ona aldırmadım.
Zaten kelin tırnağı olsa kendi başını kaşır. Vah etmekten gözleri şişmiş bu suflörün sözlerine kulak vermektense, ben o esnada, önceden olduğunu bildiğim bir durumun önüne geçmek için hile yaptım, makarayı başa sardım ve meseleyi çözüp uyandım.
*
Bir süredir Ermenistan'da, daha doğrusu Erivan'da karşılaştığım biraz taşra halleri, biraz da zamanımız hastalıkları diye niteleyebileceğimiz durumlar üzerine kafa yoruyorum. Bu hal ve durumlar ayrımcılık başlığı altında özetlenebilir.
İlki tabii ki sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, Müslüman, Türk veya Azeri olmak. Buralarda malum nedenlerle pek makbul sayılan bir şey değil. Azeri olmak daha çok aşağılayan sıfatlarla beraber kullanılıyor.
Türklüğe ve Müslümanlığa ise biraz irkilti eşlik ediyor. Karabağlı olmak da pek ehven değil. Onlara dair nitelemelere biraz yabanıllık işlevi yükleniyor.
Ezidilik ise başka bir yerden gelmişler gibi, göçmen çemberinde. Gerçekten başka bir yerden gelen Suriyeli Ermeniler de kolay kabullenilmiyor. Dışarıdan gelip bizim ekmeğimize ortak oldular bakışları üzerlerinde. Ve hatta Suriye'den savaş nedeniyle buralara kaçmak zorunda kalanlarla, diyelim ki 25 yıl önce gelenler arasında dahi ayrımcılık var.
Basitçe milliyetçilik ve mülk meseleleriyle özetlenebilecek gibi değil bu olanlar. Kadınların hali de öyle... Toplumda çoğunluğu oluşturmaları, hemen hemen her iş sektöründe önplanda yer almalarına rağmen toplumda itildikleri ikincil pozisyonu dahi göremeyecek kadar ataerkil aklı benimsemişler.
*
Aklım bu sefer biraz batıya, memleketime doğru kayıyor. Son günlerde iyice görünür olan Erzurum ve Samsun'daki linççi kalabalıklar tekrar tekrar gözlerimin önüne geliyor. Sonra çocukluğuma, derin Anadolu'nun bir köşesine uzanıyorum. 5-6 yaşlarındayım. Bir iki sene sonra tokadını yiyeceğim bazı “ülkücü” abiler beni sorguluyor, biraz hırpalayarak “Söyle! Türk müsün, değil misin lan?!”
Sonra yine aynı yaşlarımdan bir sahne daha: Birileri bir çocuğa tecavüz etmiş. Suçlanan kişilerden birinin halı mağazası önünde mahşeri bir kalabalık. Havada yangın ve talan kokusu. Ürküyorum, ama ne oluyor diye anlamaya da çalışıyorum. Neyse ki birisi “sen çekil ayak altından ezilirsin buralarda” diye iteliyor, o sayede uzaklaşıyorum...
Mazlum olmak, ezilmiş olmak kimseyi yeri gelince (hele hele iktidarın biraz olsa tadına bakınca) zulmetmekten alıkoymuyor. Kendimi düşünüyorum bu meyanda. Yine geçmişe dalıyorum, pek hoşlanmamakla birlikte aşşaa maalenin gobelleriyle beraber “gaymağını yiyiim Yoosif” diye, (paçavralar ve akıttığı salyalar arasında yaşayan) bir zavallıyı kızdırmak için kopardığımız bağırışlar, çocukça acımasızlığımız gözlerimin önüne geliyor...
Henüz bütün çabalara rağmen zaman makinesi icat edilemedi. Maalesef geçmişe dönük hile yapamıyoruz. Bu sadece rüyalarda oluyor.
Ama bugünü, hayatı bir kabus olmaktan çıkarmamız, değiştirmemiz mümkün. Yeter ki yolunu arayalım. (AS/YY)