Ataşehir’de Romanların barakasının yıkıldığı sabah internette gazetelerin birinci sayfasındaki ilk haber gece itibarı ile kar yağacağı, don olacağı ve okulların tatil olabileceğine ilişkindi.
O sabah yıkım yerine ulaştığımda enkaz üzerinde eşyalarını çıkarmaya çalışan Romanlar bir yandan eşyalarını çıkarmaya çalışıyorlar bir yandan da kendilerinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup olmadıklarına dair sorgular yapıyorlardı. Okul çağındaki yedi, sekiz yaşlarında bir çocuğun okul çantasını bulmaya çalışması, bacağı yıkımda yaralanan bir köpeğin dört yavru köpeğinin yanına uzanıp saatlerce gözünü açmadan uyuma hali de bir sorguydu.
Bunlar benim hayatımın son on yılında tanık olduğum ve her seferinde alışamadığım manzaralardı. Sulukule'de, Küçükbakkalköy’de, Kağıthane'de, Pendik’te ve Türkiye'nin birçok Roman mahallesinde. Gece yarıları sabaha doğru çalan her telefon bir yıkım ya da bir ölümün haberi oldu.
Duruma göre itilip kakılan, seçim zamanlarında hatırlanan yoksullar, iktidarı, muhalefeti ile bir türlü önyargılarını yok edemediğim yöneticilerle geçti hayatımın yarısı. Romanları Ataşehir’de enkazda bırakıp döndüğümde Ataşehir Belediyesi’ne onlarca kez sorduğum sorular karşısında aldığım yanıtlar gönderdikleri basın açıklamasında olamayan tek şey vicdandı.
Hala kendi seçim kitlesini tatmin etmekten öteye geçmeyen açıklamalar yapıyorlardı. Her olayda olduğu gibi bir türlü bitmeyen “ama”lar. Müteahhit Romanların bulunduğu yeri dokuz ay once satın almış, Kaymakam, Vali yıkımı onaylamış onlar da zabıtalarını ve yıkım kepçelerini buldozerlerini göndermişlerdi.
Belediyenin kendisine gore “haklı” gerekçesi ne beni ne de enkazda bıraktığım Romanları ilgilendiriyordu. Çünkü yaptıkları her açıklama ile yıkımı sorgulyanları değil; tek dert seçimler için ikna edilmesi şart olan kitleleriydi. Oysa yıkımda okul çantasını arayan kız çocuğunun geleceğini bir kere vicdanlarına sorsalar bu yıkımı hiç değilse yaza ertelemeyi bunu da yapamıyorlarsa bu aileleri başka evlere yeleştirebilecek imkanları yaratmaları gerekiyordu. Ya da sabahın beşinde eşyalarını evlerinden çıkarmalarına izin verebilirledi.
Enkazda şimdi ikinci çocuğuna dokuz aylık hamile olan Maviş’i yıkım yerinde eşyalarını çıkarmaya çalışırken gördüğümde önce tanıyamadım. Daha sonra Maviş’in 2006 yılında Küçükbakkalköy’de yine evi eşyaları ile birlikte yıkılan Sevgi Yüksekova’nın kızı olduğunu anladım.
Maviş o yıkımda okulunu bırakmak zorunda kalmış; mahallenin kurallara çok sadık muhtarı evi yıkıldığı için kendisinee ikametgah belgesi vermemiş ve okula kayıt yaptıramamıştı. Maviş şimdi başka bir barakada başka bir yıkıma doğmayan bebeğiyle tanık olmuş ve yine bir başka sokakta bir barakada yaşayan annesinin yanında geceyi geçirecekti.
Ben bütün bu soruları sorduğumda bana twitterda yazan başka birinin “Romanlar yüzyıllardır böyle yaşıyor”cümlesi ile yanıt vermesi, Ataşehir Belediyesi’nin ruhsuz basın açıklaması ile tatmin olmuş kitlesi, onca protestolara rağmen Roman Havası dizisinde hırsızlığın “doğal” bir hayatın parçası olarak gösterilmesi, dizideki Roman mahallesine hergün uğrayan “sevimli” polisin potansiyel suçlu olarak gördüğü mahalleliye “gözüm üzerinizde” mesajını vermesi ve bunu eleştirmem karşısında “sadece bir dizi” diye tepki gösteren dizicilerin bu filmdeki “emeği” tartışması, diziden para kazanan ”emekçileri” örnek vermesi, üniversitede Roman kimliğini saklamayan bir genç kıza başka öğrencilerin “siz hep böyle misiniz?” diye aşağılayarak konuşmaları, bu çocuğun üniversitede yaşadığı travmayı engellemiyordu.
Düşünmeyen vicdanları ile muhasebe yapmayan “Çingene çocuğu üşümez”, “ben Romanları çok severim”, “ama onlar da…” diye başlayan sözcükler aslında kendi sınıfı dışındaki yoksula dokunmamayı seçmelerinden kaynaklanıyordu. Çünkü onlar da iyi biliyorlardı ki dokundukları zaman aslında hayat eskisi gibi “konforlu basın açıklamaları ve tweetleriyle “geçmeyecekti.
2006 yılında eşyaları ile birlikte evi yıkıldıktan sonra yıkılan evinin yerine baraka kuran, çocukları gelinleriyle birlikte hayatını sürdüren ve sekiz yıl birlikte hukuk mücadelesi verdiğimiz Yüksel Dum’la hayatımız Kadıköy Belediyesi’ndeki “çağdaş, modern” insanları yıkımın yoksul Romanlar üzerindeki etkisini anlatmaya çalışmakla geçti. Yüksel Dum verdiği hukuk mücadelesinin zaferini göremeden geçtiğimiz aylarda susuz, elektriksiz barakasında geçirdiği kalp krizi ile mücadelesine veda etti. Peki bunun hesabını kim verecek? Bunu anlatmak için hala Kadıköy Belediyesi’nden randevu bekleyen ben mi?
Ya da Sulukule'de evleri yıkılan bir odaya sığınan bir küçük piknik tüpü ile ısınan ve bir taraftan da torunlarını okutmaya çalışan Sevtap ve Sabriye’yi tanıyor mu “demokrat muhafazakar” kitle.
Bir hayat var ve bu hayatın en derin yoksulluğunu yaşayanlar oradan oraya bir haşarat gibi sürüklenirken buna seyirci kalan klişe sözlerle örülü hayatlarımızın içinde yaşayan başka hayatlar. Ama ile başlayan “ama çok neşelidirler”le biten her seferinde seçimlerde ya da askerklik dönemlerinde “vatandaş”ve “görünür” olan yoksullar mı bunca yokluğun içinde bir de sizi hiç durmadan ikna edecek? Oysa bir haber yaşamını sürdüren sizlerin makamlarınıza kış ortasında çıplak ayakla terlikle gelen yoksulları bu adaletsizliğin biteceğine ikna etmeniz gerekmez mi?
Bu iknanın bir yolu belediyelerinizde koltuklarınızda otururken onlara “sizin de yoksul bir hayattan geldiğinizi sonrasında çalışarak bu makamlara geldiğiniz” hikayelerini anlatmak değildir. Bu hikayeleri kapınıza gelen ihaleci müteahhit adamlardan zevkle dinleyebilirsiniz. Ama şunu bilmelisiniz ki Pendik’te çadırda yaşayan hurdacılık yapan Zehra’nın tek derdi bebeğini ısıran fare ile savaşmak. Basın açıklamalarınızı duymuyor, görmüyor ama zaten sizin de öyle bir derdiniz yok.
Başka çareniz yok, dokunacaksınız, dokunmazsanız sokaklarda geleceği belirsiz öfkeli çocuklar kaplayacak her yanınızı. (HF/NV)