Hayatım boyunca duyduğum en ‘gerçek olamayacak kadar acayip’ hikayelerden biri Rodriguez’in hikayesi. “Bir Şarkının Peşinde” (Searching For Sugar Man) isimli 2012 yapımı biyografik belgeseli ilk izlediğimde birkaç gün sarhoş gibi dolaşmıştım. Kötü oyuncular rollerinin etkisinden bir süre kurtulamazmış ya, benimki de o hesap, çıkamıyorum kolay kolay izlediğim şeyin içinden.
Meksika’dan ABD’ye göç etmiş bir fabrika işçisinin oğlu Sixto Rodriguez. İnşaatlarda çalışıyor, çatı tamiri yapıyor, duvarcılık yapıyor, yıkım alanlarında ağır işçilik yapıyor, bu türden işlerle kazanıyor hayatını.
Akşamları da Detroit’in kıyıda kenarda bir bölgesinde “Sewer” adında bir barda (Türkçesi; Lağım Çukuru, Kanalizasyon) kendi bestelerini çalıyor, söylüyor. Bir gün müzik yapımcıları Dennis Coffey ve Mike Theodore onu dinlemeye gidiyorlar.
Satılmayan albümler
Seyirciye sırtını dönerek gitarını çalan bu adamı acayip beğeniyorlar ve ilk albümünün yapımcılığını üstleniyorlar. Böylelikle Rodriguez’in ‘Cold Fact’ isimli ilk albümü 1970’de Amerika’da piyasaya sürülüyor (İki albümü var zaten Rodriguez’in, diğeri de 1971 tarihli “Coming From Reality” albümü).
Satmıyor albümler. Hiç ilgi görmüyor. Belgeselde konuşulan yapımcıların hiçbiri Rodriguez’in albümlerinin neden satmadığını, Rodriguez’in neden meşhur olamadığını bir türlü açıklayamıyor.
İlk albümün yapımcısı onun için “Bob Dylan bu adamın yanında hafif kalırdı” diyor. İki elin parmaklarından daha az sattığını ve bunu hiçbir zaman anlamadığını söylüyor. Çıkardığı albümler hiç ses getirmeyince müzikte başarısız olduğunu düşünüyorlar haliyle.
Hikayenin Amerika’daki kısmı bu şekilde. Ama aynı dönemde iki kıta arasındaki koca Atlantik Okyanusunun diğer ucunda bambaşka bir dünya, bambaşka bir hikaye yaşanıyor.
70’li yıllar Güney Afrika’da Apartheid Rejiminin hüküm sürdüğü yıllar, hatta ırk ayrımına dayanan sistemin en baskıcı yılları. Sistem hakkında muhalif bir görüş dillendirdikleri zaman üç yıl hapisle cezalandırılıyor insanlar. Gazetelerde muhalif yazılar yazılamıyor, muhalifler hızla hapse atılıyor, sansür ve baskı dorukta. Belgeselde yer alan insanlar o zamanlar Güney Afrika’nın tüm dünyanın gözünde sefil ve dışlanmış bir ülke olduğunu söylüyorlar, hatta durumu Nazi Almanyasına benzetiyorlar.
Albümün Güney Afrika’ya ilk olarak nasıl geldiği konusunda hâlâ bir kesinlik yok. Bilinmiyor. En yaygın ve kabul edilen versiyon erkek arkadaşını ziyarete gelen Amerikalı bir kadının sırt çantasında ülkeye girdiği. Albüm kısa zamanda o kadar çok beğeniliyor ki, bir süre sonra yüzbinler, hatta milyonlar satıyor.
“Tüm Apartheid karşıtı insanların evinde Rodriguez plağı vardı” diyor belgeseldekiler. Apartheid’in en şiddetli olduğu bu dönemde Rodriguez’in yazdığı sözler ve müziği zamanla bir isyan simgesine dönüşüyor adeta. “Düzene karşı gelmek” tabirini Rodriguez’in şarkılarını dinleyene kadar bilmezdik diyorlar. Koca bir toplum Rodriguez’in müziği ile yaşadıklarını protesto etmeyi öğreniyor.
Bir müzik araştırmacısı şöyle diyor o dönemi anlatırken: “O albüm sözleri nedeniyle, müziği ve duruşu nedeniyle bizi özgür bıraktı. Her devrimin bir marşı vardır ve ‘Cold Fact’ Güney Afrika’da insanların zihinlerini serbest bırakarak farklı düşünmelerini sağladı”. Afrika müzik devriminin ikonları sayılan ve Apartheid’e karşı müzik yapan isimlerin (Koos Kombuis, Willem Möller ya da Johannes Kekorrel gibi) hepsi idollerinin Rodriguez olduğunu söylüyor o dönemden söz ederken.
İşin enteresan yanı, kimse Rodriguez’in kim olduğunu bilmiyor. Ama herkes onun öldüğüne emin, sadece nasıl öldüğüne dair farklı farklı pek çok söylenti var ortalıkta. Kimi onun kendini sahnede ateşe verip seyircilerin önünde yanarak can verdiğini, kimileri bir akşam sahnede şarkısını bitirince yerden aldığı silahı şakağına dayayarak intihar ettiğini söylüyor. Rock tarihindeki en korkunç intiharın Rodriguez’in intiharı olduğu düşünülüyor.
Yıllar sonra, 90’lı yıllarda, Güney Afrika’da 70’lerin müzik ikonu olan Rodriguez’in peşine düşen iki hayranının onu nasıl öldüğünü araştırmaya başlaması ile belgesel bambaşka bir yöne doğru ilerliyor sonrasında; müzik dükkanı sahibi Stephen ‘Sugar’ Segerman ile müzik araştırmacısı ve gazeteci Craig Bartholomew-Strydom’un çabaları bu nefis belgeselin belkemiğini oluşturuyor.
Yaşamak...
Kesseniz daha fazla spoiler vermem (daha ne vereceksin dediğinizi duyar gibiyim ama sizi temin ederim, anlatmadığım kısım daha da acayip). Benim için bu acayip hikayenin en çarpıcı bölümü Rodriguez’in ölmediğinin ortaya çıkması ve sonrasında yaşananlar değil. Güney Afrika’da milyonlar sattığını, Elvis Presley’den daha meşhur olduğunu duyan Rodriguez’in bu yaşananları öğrendiğinde takındığı tavır en az hikayenin kendisi kadar çarpıcı bence.
Rodriguez müthiş meşhur olduğu bu paralel evren ile karşılaşınca hayrete düşmüyor, tam tersine, bu durumu eksiksiz bir dinginlik ve huzur içinde karşılıyor.
Kendisine tanınan ayrıcalıkları suiistimal etmiyor, hayatını değiştirmiyor. Geçinmek için başkalarının bahçelerini düzenlemeye, inşaatlarda çalışmaya devam ediyor. Mütevazi hayatına geri dönüyor. Sevdikleri için hayatı anlamlı kılmaya devam ediyor. Onun hayatında “şöhretin ihtişamına” gerek yok. Çünkü Rodriguez hayatı ‘yaşamakla’ ilgili en çok.
Çoğu şahane insan böyle bir anın, böyle bir durumun kıyısından bile geçemeden ölür gider. O yüzden Rodriguez gibi insanların hikayeleri güç veriyor bana: Bu türden ilham verici insanları daha çok tanısak, hikayelerini daha çok okusak diyorum bana bu hikayeyi anımsatan başka hikayelerle karşılaştığımda.
Gülçin benim yatılı okuldan arkadaşım, birlikte yatılı okuduk yıllarca. Haftasonları bir otobüs dolusu onlu yaşlarda çocuk, İzmir-Aydın-Nazilli-Denizli güzergahında cuma günleri gider, pazar günleri dönerdik.
Gülçin otobüsten benden sonra indiği için annesi Leyla Teyze’yi çok gördüğümü söyleyemem. Ama şu ya da bu nedenle karşılaştığımızda hep zihnimden “bu zamana ve bu mekana ait olamayacak bir zarafeti var” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. En son altı yedi yıl evvel bir başka arkadaşımın düğününde karşılaşmıştık.
İlerlemiş yaşına rağmen büyülü bir güzelliği vardı yine. Selamlaştık, öpüştük, arkasından yine bakakaldım ben uzun uzun. Son görüşümmüş meğer. Geçen yıl kaybettik.
Gülçin annesinin evinden, Leyla Teyze’nin yaptığı tablolardan birkaç fotoğraf attı bize geçenlerde. İnanamadım gözlerime. Leyla Teyze’yi bu tabloları yaparken düşündüm. Sadece kendi evinin duvarlarını süsleyecek; en fazla kızlarına, belki çok sevdiği birkaç dostuna hediye edeceği bu sakin ama çağlayan gibi resimleri yaparken omzuna elimi koymak istedim.
Uzaktan bildiğim, sadece haberdar olduğum hayatını anlatan bir belgeselde veya romanda Leyla Teyze ile tekrar karşılaşsak keşke diye düşündüm yaptığı tablolara bakarken. Rodriguez’in başına gelenlerin bir farklı çeşidi onun başına gelseydi, tabloları çok ünlü olsaydı mesela, Leyla Teyze de değiştirmezdi hayatını, eminim.
“Onlyherstory” adında bir instagram hesabı var müdavimi olduğum; her gün rastlaşabileceğimiz türden, çoğu ölmüş ya da hayatının ileri dönemlerinde olan kadınların hikayelerini içeren bir hesap.
"Sıradan" kadınların ailelerinin gönderdiği bilgi ve belgeleri editoryal bir süreçten geçirerek, hayatlarını birinci ağızdan ve fotoğraflarla aktarıyorlar. Ne sıra dışı, ne şahane bir çevrimiçi bellek arşivi oluşturmuşlar bilemezsiniz.
Duygu Atlas, Derya Atlas ve Mesut Alp’in yürüttüğü bu sözlü tarih projesini ne kadar övsem az, her karakterin hikayesi ile tarihi yeniden yazıyorlar sanki. Gözlerim dolmadan bitirebildiğim hikaye nadir, her kadının fotoğrafına bakıyorum uzun uzun.
Başka bir tarih yazımı mümkün. Brecht’in “okumuş işçisinin” sorduğu soruların yanıtlarını ders kitaplarında bulamazsınız, ancak bu tür projelerde yanıtlanır o sorular.
Zamanı tek tek kişiler üzerinden anlamayı mümkün kılan, sadece ‘sıradan olma’ üzerinden bile temsil niteliğine sahip bu insanların kulağınıza fısıldadıkları hayatlarının; tipik ve sıradan olanın bize neler anlatabileceğini hayal bile edemezsiniz inanın.
Felaket karlı buzlu bir kış gecesinde bindiği dolmuş bizim mahallede yolda kaldığında ayağa kalkıp “Arkadaşlar saplandık kaldık burada. Benim evim yakın. Kalkın bana gidelim. Çay koyarım, sizler de evinizi ararsınız, gelip alan olursa sıcakta beklemiş olursunuz hem. Yok olmazsa, bulduğunuz koltukta yatarsınız” diyen komşumu anlatmıştım size bir yazıda, hatırlarsınız belki.
İnsan karakteri ezeli ve ebedi bir format içermiyor. Değişiyor, küçülüyor, genişliyor, hülasası, muhakkak evriliyor. İnsanlar içinde yaşadıkları dönemi yansıtıyorlar biraz da. “Her yeni nesil yeni bir insandır” sözü ne kadar doğru çoğunca!
Kendi jenerasyonumu arkama alarak şunu demek istiyorum. O başlarken bizim çoktan büyüdüğümüz, içine doğmadığımız dijital dünyanın o çok sevdiği anlık uyarılar, anlık tatminler üzerinden ilerleyen ve insanı serseme çeviren akış ritmi içinde durup dikkatle bakamadığımız hikayeler bunlar.
Rodriguez, Leyla Teyze, yan komşum ve daha bir dünya güzel insandan söz ediyorum. “Herkesin doğrunun ne olduğunu bilip hiç kimsenin doğruyu yapmamasıyla karakterize yeni zamanlarda" hâlâ hayatı kendileri ve sevdikleri için yaşanılır kılmaya gayret edenlerden söz ediyorum. “Sessizce hayatı güzelleştiren” bu insanlara ne çok borçlu olduğumuzu bilelim diye yazmak istedim sadece.
Artık yazıyı bitireyim de, gidip komşumda bir kahve içeyim. Belki yavaşlatabilirim zamanı. Sonucu bilsem de denemeye değer şeyler var hayatta.
(AA/EMK)