Görünürde dindar olmamalarına rağmen annem ve babam beni İstanbul’da İtalyanca eğitim veren kısıtlı seçeneklerden biri olarak rahibelerin yönetimindeki ilkokula yazdırmışlardı. O yaşta maruz kaldığım Katolik eğitimin tortularından hâlâ kurtulamadığımın bilincinde olsam da, bize ekstradan din dersi vermiş peder Lucio, peder Luigi ve peder Felice’nin şimdiki bakış açımla yumuşak huylu ve açık fikirli din adamları olduğunu ifade edebilirim.
Lise yıllarımda peder Felice’ye günah çıkardıktan hemen sonra, Noel öncesi mastürbasyon yaptığım için tekrar günah çıkarırken durumu kendisine üstü örtülü bir şekilde anlattığımda bunu doğallıkla karşılamış ve fazla uzatmadan görevini yerine getirmişti.
Rahipler okuluna devam etmiş, bana kıyasla epey içine kapanık olan kuzenim ise uzun yıllar sonra bir rahibin onu arada sırada okşayarak tacizde bulunduğunu hatırlayınca, sınıf arkadaşlarından biri: “Aaa, bana da aynı şeyi yapardı!” demişti.
Belgeselin kahramanı Emmanuel, çocukluğunda maruz bırakıldığı tacizin tesirinden sanki zamanla kurtulmuş, hedefleri doğrultusunda hayatına neşe ve kararlılıkla devam ediyordu.
Doğup büyüdüğü Fransa’nın doğusundaki köyden Londra gibi bir kente taşınması mazisinden kaçıp kurtulmak istemesinin doğal bir sonucu gibiydi. Katolik inancına rağmen eşcinselliğini doya doya yaşıyor, sonsuz imkânlar sunan Birleşik Krallığın başkentinde gey arkadaşlarıyla gününü gün ediyordu.
Bu arada İngilizce hocalığını mesleği edinmişti.
Fakat aradan 25 sene gibi uzun bir süre geçtikten sonra onu taciz etmiş olan rahipten ipe sapa gelmez bir mektup alınca içinde sanki bir öfke volkanı patlamıştı. Yarası tekrar açılmış, adalet ihtiyacı tetiklenmişti. Artık sesini duyurması ve ona inanmamış olanları ikna etmesi şarttı!
Bir süredir geri dönmüş olduğu memleketinde, jandarma karakoluna gidip uzun ifadesini yazdırmaya başladı.
Zamanında oğlunun söylediklerine inanmamayı tercih edip onu yalnız bırakmış olan babasıyla hesaplaşması da epey zorlayıcı olacaktı.
Yönetmenliği dışında senaryosunu da yazdığı, filmin kahramanı Emmanuel Siess ile sinematografisini kotardığı İfade (La déposition/The deposition) adlı belgesel, kadın sinemacı Claudia Marschal’ın özenerek ortaya çıkardığı mütevazı bir film.
2024 yılı Fransa yapımı 92 dakikalık belgesel kahramanının yaralı evrenine bizi dahil ederek iyileşme çabalarına şahit olmamızı sağlıyor.
Ebeveyn özensizliği
Dinin ve din insanlarının asla sorgulanmadığı muhafazakâr taşrada rahibin adeta dokunulmazlığı vardı.
Emmanuel’in ebeveyni köyde restoran işleten, çocuklarına ayıracak fazla vakti olmayan bir çiftti: “Bizim ailede konuşulmaz, başkasının söyledikleri pek dinlenmezdi; birbirimize zaman ayırmazdık” diyor Emmanuel. Dolayısıyla köye yeni atanmış peder Hubert küçük kahramanımız için güvenli bir liman, şefkatli bir kucak olmuştu. Üstelik modern ve yenilikçi Hubert gençti, eğlenceliydi, çocukların hoşça vakit geçirmesini sağlayan bilumum faaliyetlerin de organizatörüydü. Ayinler esnasında ona yardımcı olmak veya kortejde yer almak köydeki çocukların can attığı faaliyetlerdendi. Emmanuel ayrıca kilise korosunda da aktifti ve mutluydu.
Oysa yatak odalarının üst katta olduğu aile restoranına sabah mahmurluğuyla indiğinde Emmanuel karşısında bira veya başka içkiler içen tanımadığı adamlarla karşılaşır, her birine günaydın demediği takdirde ailesi tarafından azarlanır, hatta cezalandırılırdı. Günün birinde müşterilerden birinin babasına “Oğlun fazlasıyla efemine!” demesi ve babasının buna gülmüş olması da hafızasına derinden kazınmış epizotlardan olacaktı.
Annesiyle babası ne zaman kavga etse Emmanuel soluğu rahibin yanında alırdı; arabada yan yana oturduklarında rahip kucağına kafasını koymuş Emmanuel’i uzun uzun okşardı.
Bisiklet kampı için gittikleri başka bir mekânda utangaç Emmanuel duşa diğer çocuklar işini bitirdikten sonra girebiliyor, tesadüf bu ya, rahip de tam o anlarda duşta beliriveriyordu…
Din insanı yalan söylemez!
Emmanuel’in rahip tacizini annesine ve babasına hemen anlattığını öğreniyoruz. Küçücük köyde, utanç ve korku içindeki bir çocuğun başına gelenler “Başkaları ne der?” endişesiyle önemsenmezken “Aman, kiliseye laf gelmesin!” tavrıyla yok sayılması kabul edilir bir davranış biçimi değil katiyen!
Emmanuel’in babasıyla hesaplaşma ihtiyacı belgeselin tümüne yayılırken müteveffa annenin bu dinamikteki rolüne pek vâkıf olamıyoruz. “Jandarmaya gidelim mi?” sualine oğlan çocuğu Emmanuel’in “Hayır” cevabı verdiğini, lise çağına geldiğinde kâbuslar gördüğünü ve okul psikoloğu rahibi tanıdığı için kendisine tam olarak açılamadığını öğreniyoruz.
Tacizci rahipten Emmanuel’e yıllar sonra gelen mektubun, babasının işgüzarlığından kaynaklandığı ise seyirciyle hemen paylaşılıyor. Başına gelenlerden ötürü Emmanuel’in Katolikliğe inancı hiç kalmadığından Evanjelist Protestanlığa geçmesi, oğlu hakkında zaten endişeleri olan babanın kendi inisiyatifiyle peder Hubert’le irtibata geçmesine sebep olmuş, rahip de abuk subuk mektubunda Emmanuel’e ulaşmak istediğini damdan düşer gibi yazmıştı.
O ana kadar hadiseyi unutmayı tercih etmiş filmin kahramanı artık sessizliğini bozmaya karar verecekti. Geri kafalıların, yıllar içinde resmen gey olduğu için Emmanuel’i ayrıca aşağılama, damgalama, hatta suçlama ihtimaline zaten çoktan hazırdı.
Başkalarının aynı şekilde tacize uğrayıp uğramadığını bilmiyor, jandarma karakolunda ifade verirken travmadan dolayı hafızası epey zorlanıyordu. Tecrübeli, sabırlı ve nazik komiserin yardımıyla hakikat perdesi gene de aralanmıştı.
Bisikletiyle rahibin yanına gitmekte olan 13 yaşındaki oğlan çocuğu Emmanuel yolda sağanak yağmura yakalanmış, üşümüştü; kiliseye ulaştığında ıslak kıyafetleri çıkartılmış ve ısınması için yatağa yatırılmıştı. Yanına yatıveren rahip elini Emmanuel’in donundan içeri sokmuş ve penisini okşamaya başlamıştı…
Filmin sonunda adaletin yerini bulup bulmadığını merak edebilirsiniz, fakat kesin olan bir şey varsa o da, sempatik olabildiği kadar dağınık enerjisiyle ortamı gerebilen Emmanuel’in belgesel sürecinde epey mesafe katetmiş olması; darısı içini açamamış tüm taciz kurbanlarının başına!
(RL/RT)