Post modernizden ne zaman konuşsak benim aklıma, teknolojinin yaramaz çocuğu geliyor. Her şeyi önüne koyan ve onu parçalayan, her parçasını bir boşluğa atan ve sonra da insanlara seslenip; yardım edin, sizin parçalarınızı kaybettim, siz olmadan onu bulamam’ dercesine bir yoruma tepetaklak düşüyorum.
Aslında tüm suç post modern döneminin başlamasında mıdır? Tabi ki hayır, ikiyüzlü insanoğlu, bir yandan doğayı değiştirmek ve kendine küçük bir yuva, bir parça yiyecek sağlamak üzere aletler kullanmaya; ok, yay, balta, kazma v.b sonra da bunları üretip para kazanmaya ve tabi ki bununla da yetinmeyip makineleşme dönemine kadar durmaksızın ve soluksuz koşmaya başladığından beri her şey doğal yapısından kaymaya, başkalaşmaya doğru gitti.
Ve insanlar, sanayileşme dönemiyle birlikte, teknolojinin kullanıcısı değil, kumandası haline gelmeye başladıklarının farkında bile değildiler. Sanayinin peşine takıldıkları günden beri, yani köylerini, topraklarını, yakınlarını ve ailelerini bırakıp uzak diyarlara, makine seslerinin arasına mahkum olduklarından beri zaten teknolojinin mahkumu olmayı kabul etmemişler miydi? O doymayan ve insan hayatıyla beslenen makineleri doyurmak adına kendi gerçekliklerinden uzaklaşmamışlar mıydı? Ve sonra, kahve molaları için para harcamak, dinlenmek için gazete almak, biraya gelmek için birahanelere, gece klüplerine gidip, kendilerini unutmak ve yarına yetişmek için biraz daha ayakta durmaya dair yeni tüketim av’ları olmamışlar mıydı? Tam da bu nokta’da Gorki’nin o ünlü romanı ‘Ana’ geliyor insanın aklına. Kömür ve zift fabrikasında çalışan insanların, fabrikadan çıkar çıkmaz birahanelere gitmelerini şöyle yorumluyordu Ana; Asla kendilerine dair bir hayat kuramayacaklarını, ailelerinin geçimini sağlayamayacaklarını bilen bu insanlar, bu ağır koşullar altında çalıştıktan sonra, kendilerini unutmak için durmadan içiyorlar’. Evet, üretim sürecinde makinenin bir parçası haline gelen insanlar da, tıpkı makineler gibi, motorlarını hızlandırmak ve yarına düşünmeyen bir kafayla çıkmak için durmadan tüketme yolunu seçmişlerdir.
Bugün ise yani post modern çağda ise durum daha da vahim ve ürpertici bir hal almıştır. Kaygan ve tutunması mümkün olmayan flat zeminler üzerinde, buzda ilk kez dansetmeye çalışan bir çocuk zavallılığıyla karşı karşıyadır. Üretim ve tüketim dengesizliğinin başrol oynadığı post endüstriyel toplumda değişim ve yeniliğin hızına yetişmekte zorlanıyor herkes..
Bu zorlanmanın en çok fark edildiği alan ise post modern vücutlardır. Bu çağın insan vücudu üzerindeki etkisine baktığımızda ise, karşımıza bir bostan korkuluğu durumu çıkıyor. Çünkü post modernizm insan vücudunu modern dönemden farklı olarak tüketimin dolgu malzemesi olarak kullanıyor.. Bir terzi için o plastik ve adına rukiye denilen vücut ne ise, insan vücudu da post modernizm için odur. Baudrillard bu konuda ; “insan artık ürünler için holografik (Holografi, lazer ışınlarıyla yapılan üç boyutlu görüntü işlemi) bir imge ve yüzeydir, artık yapabileceğimiz tek şey bitip tükenmez simülasyonlar içinde ütopyayı hiper-gerçekleştirmektir" der.
Yine post modern çağ, yarattığı kitle iletişim teknolojisiyle benzer kültür ve benzer insanı da yaratarak zaman ve mekanı da yok etmiştir adeta.
İşte bu noktada yeni bir vücut da ortaya çıkarmıştır post modern dünya. Yapay hafızalar, protez organlar ve genetik biliminin müdahaleleriyle insan melezleşmiş ve insan-makine karışımı haline gelmiştir.
Elbette ki, bu durum olayın sadece görünen yüzü. Birde toplumlar tarafından görülmeyen ve /veya görülmek istenmeyen bir yüz var ki, o’da hem doğuda hem batıda yok sayılan vücutlardır. Yani, transeksüeller, Gay’ler, Lezbiyenler ve onların yaşadıklarıdır. Bu konuda çalışmalarıyla gündem oluşturan bir isim de Susan Styker’dır. Stryker, transeksüel öfke açıklamasında aslında hem postmodernizmin hem de onun postmodern olamamış çocuklarının, insanlara karşı nasıl bir ayırımcılık yaptığını ve özellikle kendileri gibi olmayan cinsel tercihleri farklı insanların, postmodern çağda nelerle karşıladıklarını ve neler yaşadıklarını da gözler önüne seriyor. Bu konuyla ilgili okulumuz öğrencileriyle yaptığımız ankette de ilginç cevaplarla karşıladık. Transeksüelliği nasıl yorumluyorsunuz sorumuza ‘ ben bir doğulu olarak karşıyım, ben kesinlikle karşıyım’ gibi cevaplar verilirken, insan kendini nasıl hissediyorsa öyle yaşamalı diyenler de oldu ama homofobik görüşlerin keskinliği yine de ürkütücüydü..
Susan Stryker. Akademisyen ,aktivist ,feminist transseksüel tarihçi Susan Stryker Screams’in “Queens” adlı belgeselde transseksüelleri anlatıyor.
Homofobinin nedenleri? Bununla ilgili birçok araştırmalar ve sonuçlar var. Bu sonuçlardan bazıları şöyle açıklanıyor; Homofobinin nedenleri toplumsal, dini, ideolojik ya da psikolojik olabilir. Homoseksüel ilişki birçok dinde veya mezhepte lanetlenmiş, dini metinlerde Sodom ve Gomora örneğinde olduğu gibi homoseksüelliğin kabul gördüğü toplumların tanrı tarafından cezalandırıldığı öne sürülmüştür. Küçük yaştan itibaren kendini dinsel öğretinin içinde bulan birey, okudukları ve duyduklarının ışığında küçük yaşta homofobik yaklaşımlar içerisine girebilir.
Homofobinin kökenleri psikolojik olabilir. Örneğin kendisinin eşcinsel olduğundan şüphelenen ve bu durumdan endişelenen birey, bu korkusunu homofobi olarak dışa vurabilir.
Homofobik ülkeler arasında Polonya başta geliyor. Bakın Polonya’nın bu konudaki durumunu özetleyen birkaç örnek;
"Eğer biri diğerlerine eşcinselliğini bulaştırmaya çalışırsa, devletin araya girmesi gerekir." Kazimierz Marcinkiewicz, Polonya başbakanıyken.
"Eşcinselliğin vahşi propagandasını, hoşgörü istekleriyle karıştırmayın. Bu bir tür deliliktir ve bundan dolayı hükûmet, şüphesiz onlar (eşcinseller) için karanlık bir gece olacaktır." Kazimierz Michał Ujazdowski, Kültür Başkanı ve Hukuk ve Adalet Partisi'nin bir üyesi.
"Eşcinsel davranışlar felaket, boşluk ve soysuzlaşmaya yol açar." Teresa Łecka, Milli Öğretmen Eğitimi Merkezi'nin başkanı.
"Eğer anormal kişiler gösteri yaparlarsa, coplanmaları gerekli." Wojciech Wierzejski, Polonya Parlamentosu'nun bir üyesi, Varşova'da yasaklanan gey onur yürüyüşü hakkındaki görüşleri.
Eşcinsel evlilikler yasallaştırılamazlar zira uygarlığımızı tehdit etmektedirler." Bir eğitim sorumlusu.
Türkiye'de de eşcinsellik genel olarak normal dışı ve kabul edilemez olarak algılanmaktadır. Bazı eşcinseller toplumsal baskı nedeniyle, ailelerinden dışlanmakta, işlerini kaybetmekte, toplumun düşmanca davranışlarına maruz kalmakta ve baskı görmektedir. Bu önyargılı tutum ve davranışlar nedeniyle Türkiye'de birçok eşcinsel birey, aile içinde, ilişkilerinde ve kendi cinsel tercihini bilen arkadaşları içinde huzursuz hissetmektedirler. Bu yaşantılar bireylerin, depresyon, kaygı gibi psikolojik sorunları heteroseksüellere oranla daha fazla yaşamalarına neden olmaktadır.
Susan Stryker’in Transeksüel Öfke açıklamasına bir göz attığımızda aslında dünyada homofobik düşüncenin nerde nereye geldiğini ve insan vücudu üzerinde başkalarının nasıl söz hakkı elde etikklerini de görebiliyoruz;
23 Mayıs 1993'teki Amerikan Psikiyatri Birliği'nin yıllık toplantısına karşı düzenlenen bir gösteride, TRANSGENDER NATION'ın kurucu üyelerinden Susan Stryker tarafından yapılan konuşmanın metninde şöyle deniliyor: "Protesto, Transgender Nation da dahil, mecburi ilaç alımına, elektrik şokuna, tıbbi ve psikiyatrik kurumlara kapatılmaya ve bugüne kadar transseksüelliği bir akıl hastalığı olarak tanımlayan yerleşik psikiyatrinin almış olduğu tutumlara karşı durmak için bir araya gelmiş,akıl sağlığı ve psikiyatri tedavilerinden sağ salim çıkabilmiş bir grup insan tarafından organize edilmiştir. kendimizi istediğimiz gibi ifade etmekte direttiğimiz, özlediğimiz yaşamları yaşamak istediğimiz için tutuklandık, kurumlara kapatıldık, habire ilaçlandık, şoktan geçirildik, dövüldük ve duygusal saldırıya uğradık. Bunlar cins değiştirenlerin, psikiyatri kliniklerinde psikiyatrik istismara uğramış ve buralardan sağ çıkabilmiş cinsiyetlerini değiştirmemiş bir çok insanla paylaştığımız şeylerdir. Farklı olduğumuz için iktidar tarafından bizim de anamız ağlatılıyor. Direnişin, isyanın ve başkaldırının esas temelini bu oluşturuyor."
Evet, dünyadaki öfke böyle. Onlar kendi haklarının verilmesini ve kendi vücutlarına hakim olmak istiyorlar. Bizim ülkemizde ise olay çok daha farklı. Kişiye göre muamelenin açıkça sergilendiği ve geride kalanların ise alçakça öldürüldüğünü de biliyoruz. Örneğin Bülent Ersoy’u "diva" diye alkışlayanlar, mahalle arasındaki bir gay veya transeksüeli rahatlıkla öldürüp, bir çukura atabiliyorlar. Çok yakın geçmişte yaşanan birkaç örnek; 10 Kasım2008 akşamı kafasına pompalı tüfek ile ateş edilerek saldırıya uğrayan transeksüel Dilek İnce öldürüldü. Bu normal bir ölümmüş gibi karşılandı ve gündeme dahi gelmedi.
İstanbulda, gey Ahmet Yıldız silahla taranarak öldürüldü ve polis belki araştırmasını dahi yapmadı.Adıyaman’da gey Ege Tanyürek intihar etti, kimse üzerinde durmadı.
Bu ülkenin genel manzarasında eşcinsel ve transeksüeller vatandaşlara karşı işlenen bu suçların sürekli faili meçhul kalması ilginç değil mi ve bu ayırımcılığa karşı toplumun "oh iyi olmuş" demesi de korkunç bir travma olarak yorumlanmaz mı?
Sadece eşcinsel veya cinsel yönelim ve kimliklerinden dolayı öldürülen bu insanlara herkesin seyirci kalması ve hukukun işlemesi de post modernlik olarak mı adlandırılacak?
Hitler gibi, Homofobik ve transfobik nefreti körükleyerek insanların öldürülmesini seyredenleri kimse sorgulamıyor ne yazık ki..
En büyük ayıp da bu olsa gerek. O insanları öldürmenin mubah sayıldığı dehşet ülkelerden biri olmaya devam ediyoruz.(AB/EÜ)