Tuvalet ihtiyacından, su ihtiyacına kadar parasız bir adım dahi atamayacağınızı bilirken, her şeyin bedava olduğu ya da takas usulü ile işlediği kurtarılmış bölgeye düştüğünüzde gerçeklik algınız biraz şaşırıyor ilkin. En ufak ihtiyacınızı sesli zikretmeye görün, yardımınıza yetişen insanlara tam teşekkür edecekken, bakmışsınız onlar işlerine, sohbetlerine dönmüşlerken de öyle. Birazcık duygulanmak için kenara çekilip düşünmeye başladığınızda, aslında tüm bu gördüklerinizin olağanüstü şeyler olmadığını da itiraf ediyorsunuz kendinize.
Şu aralar, iyilik denen şeye karşı yabancılaştığımızın kanıtı olan komik tepkiler veriyoruz. Şehir jargonunda –vakitli vakitsiz- tutumsuzca harcadığımız teşekkür edişlerimize bakılırsa, günlük iyilik görme dozumuz da anlaşılabilir. Fazlası afallatır, dilden dile efsane gibi anlatılır, bugünlerde olduğu gibi.
İyiliğin sıradanlaşmasıyla, sokağa düşmesiyle başlar her şey. Şık dursun diye değil, iyinin doğrular içerisinde en doğru olduğuna inanıldığı için. Duygulanmak için değil, başka bir davranışın mümkün olmadığı, olamayacağı için. Kötü olanın tercih olarak dahi akıla gelmeyeceği için. Copuyla, tazyikli suyuyla, gaz bombasıyla peşinde koşan polislere rağmen hiç tanımadığı birini yerden kaldırmaya çalışan, gaz bombasının etkisiyle nefes almak için cebelleşen birine ev yapımı ilacıyla yetişen, apartmanında mahsur kalan eylemciye poğaça ikram eden insanlara şaşkınlığımız hiç anlaşılabilir değil esasında. Mahsun Kırmızıgül’ün bile yazamayacağı duygulu diyaloglar, ajite yeteneğinin göstermekte yetemeyeceği sahneler il il gösteriliyor sokaklarda. Bu duygu selinde fark ediyor ki insan, biz iyiliğe ırak düşmüşüz, iyiliği bir hayli unutmuşuz. Bu büyülenmiş, hayret etmiş halimiz bu yüzden.
Roboski Katliamı sonrası kaza yapan askerlere yetişen köylülere verdiğimiz tepki gibi ya da dozerin karşısında ağaçları korumaya çalışan bir adamın samimiyetine inanmakta gösterdiğimiz tereddüt gibi. Neye nasıl alıştırılmışsak artık, Başbakan’a sorulması gereken soruları sorduğu için bir gazeteciye akrostiş şiirler yazacak kadar duygulanmamız gibi. Biz şaşkınlar, aklın yolundan, hislerin yolundan sapıp nerelere gelmişiz. Olağan vaziyeti olağanüstü algılayacak kadar teknik insanlar olmuşuz ve ne kadar kötü olmuşuz ki iyiliğe yeni keşfedilmiş bir insan meziyeti olarak bakıyoruz.
Ve gene bu duygu selinde detaylıca düşünmeye fırsat bulamadığımızdan olsa gerek erkeklerin duvarlara yazdığı küfürleri biz kadınlar sildik. Ev içindeki kadın emeğini görünür hale getirmeye çalışıyorken, baktık ki direnişin sokağında da arkalarına bıraktığı pisliği gene biz siliyoruz.
Tüm bu olaylar esnasında polisin de insan olduğunu hatırlatan insan türü keşifçileri var. İnsanın da berbat bir mahlûkat olduğu bir yana. Geride ölüler varken, kafası patlatılmış, gözünü kaybetmiş insanlara kim bunu yaptı diye sormak istiyor insan. Elinde copuyla, kafasındaki kaskla, gövdesindeki yelekle, arkasına aldığı tomayla pek insana benzemeyen yeni bir tür olarak “insan polisin”, ölüm makinesi gibi sokaklara dalıp yoruluncaya kadar şiddet uyguladığı unutuluyor. Üstüne bir de hedef gözeterek gaz bombasını fırlatan polise karşı gelişin altı doldurulmaya çalışılıyor. Onlarca yaralı gözünüzün önünüzden geçmişken, ölüm haberleri almışken ve tüm bunlar olmadan önce çok basit bir hak ihlalini protesto etmek için alana çıkmışken neyin altı doldurulmaya, meşru zemine taşınmaya çalışılıyor, anlamıyor insan. Kıytırık bir gaz maskesi ile haksız bir savaş muharebe alanı. Ve düşünün taş attığınız yer, taşınızla hiç muhatap olmayacak kadar donanımlı.
Bir tek polisin insan olduğu hatırlatılmıyor bu aralar. Eşcinsellerin de insan olduğu hatırlatması var. Polisin insan olduğu hatırlatması anlamlı olabiliyorken -teçhizatlarına bakarken bir an için unutabiliyor insan- eşcinsellerin insan olduğu hatırlatması kendi aramızda bile şüpheler mi var sorusunu akla getirip, gülümsetiyor insanı. Bu insanların, çoğunluğu oluşturan herkeslerden çok bir şeylerin değişmesine ihtiyacı olduğu malumumuz. Rahat heteroseksüellerin anlayamayacağı bir şey. “Bak, onlarda bizden” değil de alana herkeslerden çok yakışıyor olmaları konuşulsaydı keşke.
Bunca yıldır ülkenin Batı’sı, Doğu’sunu anlamıyor derken hazır fırsat gelmiş ve en az Doğu kadar düşmüşken Batı, Doğu, Batı’ya alaycı bir söylem geliştiriyor. Bunlar, bunlar olurken nerelerdeydiniz diye. Emin olabilseydik keşke, devletin PKK’yi sinsi sinsi kemirmeye başlamadığından. Adım başı kurduğu karakolları halk meclisi olarak kullanacaklarından. Barış ekonomisi bahanesiyle parsel parsel topraklarının talan edilmeyeceğinden. Hangi gerilla hareketi devletin masasından sağ çıkabilmiş merak edip tarihe bakmak istiyor insan. Bilsek ki devlete dayanılan sırt yere gelmez, bilsek ama bilmiyoruz işte. Kötü örnekler var elimizde. Bildiğimiz en kesin şey dayanışma oysa, sadece dayanışma.
Bu arada Orhan Pamuk’un bir el atımlık yardımına muhtaçmışız gibi veryansın ediliyor kendisine. Herkes alanda yumruk sallamak zorunda değildir. Zorunluluktan dolayı yazdığı cümleler, edebi geçmişinde en kötü sıraladığı cümleler olarak akıllarda kalacak. Niye iyi bir yazar baskıyla arada derede bırakılıp, huzursuz edilir ki? Devrimci ruhun herkeste olması gerektiği düşüncesi ayrı bir tahakküm biçimidir. Aydın olmak bir meslek tercihidir ve her eli kalem tutan o mesleği icra etmek zorunda değildir. Pamuk’un yolu açık olsun, nice ödüllere doysun.
Taksim ile sınırlandırılan talepler ise kalpleri kırar, şevkleri bozar. Roboski’den, Pozantı’dan sonra sokağa çıkılmamasının kalpleri kırdığı gibi. Hasta tutukluların yaşadıklarına karşı bir şey yapılmaması gibi. Sözüm ona havalı üniversitelere giremeyip, Anadolu Üniversiteleri’nde okuyan, halen mahkemeleri süren, üç insan ömrü kadar hüküm giyen öğrencilerin kırıldığı gibi.
Hazır bu ülke için iyiye yormaya başladık bir şeyleri, sevindik karamsar öngörülerimiz darmaduman oldu diye, bunları da düşünelim, duygulanmayı bıraktığımız bölük pörçük aralarda. Hülyamız bozulmasın, gittiği yere kadar ama şu da gerçek ki, varoşlardaki direnişe uzanamayan, tek bir alanın etrafında dönen direnişin mekânsal boyutuna yakışacak kadar, kısadır ömrü. (FG/HK)