Fotoğraf:Pixabay
Hani sıkça anarız. Hepimiz de bilir, hakkını verir. Yerinde bir sözmüş diye dinler, uygun olduğunu düşündüğümüz bağlamlarda da kullanırız. Üzerine söz söylemek nedense pek gelmez aklımıza. Bu tür sözlerin, kıssaların önünde, ardında, altında, üstünde, içinde neler var diye pek azımız sorarız.
Nedense bir şey, büyük bir olasılıkla, gizlenmiş, orada durur ve hakikat gözü olan yolcularından birini bekler. Bu arayışın ödülü, onu kavramak, kavradığını de anlaşılır bir dile tercüme etmektir. Söz konusu yolculuğun en büyük ödülü olsa gerek; deyim yerindeyse vaatsiz cennetin kapılarının açılması, o mananın bir zihinden dile dökülüp başka zihinlerle dans edebilmesidir.
"Düşünmek özgürleştirir"
İşte bu sözlerin sıkça anılanlarından biri: “İnsanın sahip olduğu her şey bir banka cüzdanındaki sıfırlardır; sağlık, o sıfırların solundaki rakamdır. O yoksa, sağındaki sıfırların hiç bir değeri kalmaz.” Oysa bu sözde bir sorun var. İnsan, etik bir varlık. Bu nedenle de biyolojisini aşan bir kavram ihmal edilir; sağlığın da önünde gördüğümüz bu etik kavram: özsaygı.
Felsefi İletişim açısından özsaygı kavramını ele alalım. Muradımız, kavram temizliği yaparak anlam sağlığımızı iyileştirmek. Bununla, her an yeniden karılan kartlarla bir cangıla dönüşen adına Hayat dediğimiz hanemizde anlamanın getirdiği huzurla yaşamak. Bir tür anlam arınması olarak da adlandırılan bu hal ile içinde olduğumuz bağlamı ya da karşılaştığımız bir durumu anlanlamdırabiliriz. Böylece Hayat karşısında anlam kompozisyonu ile tutarlı bir biçimde duruş sergileyebiliriz.
Peki, o duruşumuza rengini veren kavram nedir? Nerede hangi kavrama yaslanarak dururuz? Nereden, neye, ne ya da kim olarak hangi kavramla bakarız? Sahi, bizi de var eden kavram dünyamızın -bakanla bakılanın özdeş olamayan iç içeliğinin- ne denli ayırdındayız?
Hadi gelin özsaygı kavramının peşine düşelim, düşelim ki “Düşünmek, özgürleştirir.” mottomuza can verelim. Özsaygıyı neden “sağlık”ın önüne koyduğumuzu, deyim yerindeyse öncelediğimizi dile getirmeye çabalayalım, çabalayalım ki anlam dünyamızı genleştirip esnetelim, yaşadığımız mana evrenini güvenli hale getirelim. Neden mi? Düşünüşümüz, kavrayışımız, anlayışımız, yargılayışımız, söyleyişimiz aksın diye. Neden mi? Dans edelim, oynayalım, sakınmasızca söyleşelim, dayanışalım, sevişelim, kısacası yaşayalım diye.
Sağlık; sıklıkla, insanın psişesinden, logosundan ayrı düşünülür. İnsanı bedene indirgemek; psikolojik fenomenlere de bedene bakar gibi bakıp “ruh sağlığı” kavramını kullanmaya sevk eder. Sağlık, her ne kadar daha çok bedensel yanıyla düşünülse de hiç şüphesiz fiziksel ve mental bütünlüğü imler.
Sağlık, bu anlamıyla insanı beden ve ruh olarak ikiye de böler. Bu kartezyen bir kavrayıştır. Oysa insan, birbirine indirgenemeyen bu kartezyen varlık alanını aşar. İnsan; fiziksel, fizyolojik, psikolojik, sosyal, zihinsel ve anlam (Geistik, manevi) olmak üzere birbirinden koparılamayan altı ayrı fenomenin kompozisyonunda beliren bir varlıktır. Hem bu fenomenlerden biri hem de bu fenomenleri bir arada tutan yanı anlamdır. Yani insan, bir anlam/a varlığıdır.
Bunu canlandıran, anlama hayat verense kişinin kendilik algısının saygıya içkinliğidir. Her türlü ilişki göreli bir denge içinde var olabilir. İlişkilerden kimileri biçimsel personaların giyildiği, deyim yerindeyse otomatmışçasına sergilenen davranışlardan örülüdür; kimilerinde kişiler, kişi olarak etik ilişki içindedirler. Bu ilişkilerde her bir kişi, karşısındakine kişi olarak yaklaşmak ödeviyle hareket eder ki saygı bir bakıma burada hayat bulur: saygı; kişinin, karşısındaki kişiye ödevini gözeterek yaklaşmasıdır.
Bir başka deyişle saygı, kişinin belli bir bağlamda etik ilişki içinde olduğu kişiyi gözetmesi, duyması, esirgemesi, düşünüp tartarak hareket etmesi, umursaması; ona ölçüyle yaklaşması, bağlılık, güven duymasıdır. Etik ilişkideki kişilerin, birbirlerine kişi muamelesi yapmaları yani saygı göstermeleri ya da duymaları ödevleri, saygı görmeyi yani kişi muamelesi görmeyi beklemeleri hakkını doğurur. Bu nedenle haklarla ödevler birlikte var olabilir. Ödev ve hak bilinci, birbirini besleyerek var eder; kişi adını verdiğimiz etik özne, ilişkiye içkin olan bu var edişin türevidir.
Kişinin içinde yaşadığı topluluğun özneleriyle olduğu kadar kendi dışındaki varlık alanıyla, taşla, dağla, dereyle, canlılar dünyasıyla da ilişkisi vardır.
Bu dünyanın içinde aynı zamanda kendisi de yer alır. Yani kişinin kendisiyle de ilişkisi vardır ya da bir başka deyişle kişi, kendisiyle de ilişki içindedir.
Yukarıda anılan bir ilişki biçimi olarak ilişkiyi etik kılan saygı, kişinin kendisiyle ilişkisinde özsaygı olarak belirir. Peki nedir özsaygı? Yine aynı cümleyi kişinin kendisiyle ilişkisinde de kurabiliriz: Özsaygı, kişinin belli bir bağlamda kendisini gözetmesi, duyması, esirgemesi, düşünüp tartarak hareket etmesi, umursaması; kendisine ölçüyle yaklaşması, bağlılık, güven duymasıdır.
Kişi, saygı duymadığı kişiyi en yalın deyişle umursamaz. Onu dikkate almaz. Onu dikkate almamak, gözetmemek, ona kişi muamelesi yapmamak yani ona saygı duymamak anlamına gelir.
Kişinin bu tutumu, hem kendini hem de karşısındakini nesneleştirir. Bağlamı ya da ilişkiyi etik olmaktan uzaklaştırır. Bu durumda her şey yapılabilir. Her söz söylenebilir. Düşünüp tartmaya hiç ihtiyaç kalmaz. Yaşanan, bir tür anlam yani toplumsallığın yitimidir. Bu tutumu kişinin kendisiyle ilişkisine tercüme edersek, kişi, kendi kendini nesneleştirir, araçlaştırır. O, artık her şeyi yapabilir. Gözeteceği bir kendliği yoktur. Bu nedenle sağlığı artık ikincildir.
Türümüzün tarihindeki en büyük trajedilerin, travmaların, ortak utançların, insanın karşısındakileri kişi olarak görmediği anlarda yaşandığı söylenebilir.
Yüzünü, duruşunu kaybeden kişi, bir tür anlam yitimi yaşar. Yitirdiği kişiliği, kişiliğine içkin olan etiktir yani toplumsallıktır. İnsan, artık bir nesne ya da araç olarak kullanır ya da kullanılır. Kullanılır çünkü özne olmaklığını artık kaybetmiştir. Her şeye açıktır. Oysa insanın, bir kişi olarak duruşu vardır. Toplumsalığının türevi olan ilkeler, içinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler evrenini var ederek sınırlar. Hepimiz, saygının da yer aldığı değerler manzumesiyle örülen, ilkelerle var edilip belirlenen hanelerde yaşarız. Değerler, yaşam denen oyunun belitidir[1] (aksiyom). İlişki dediğimiz oyunların normları da bu belitlerden türetilebilir. Değerler olmaksızın etik ilişki kurulamaz, ve elbette yaşanamaz da.
Özsaygı, insanın korunaklı yuvasının zeminidir. Her şey bu zemin üzerinde varlık kazanır. Bu nedenle yaşamın anlama içkin olan insancasının kaynağıdır. O nedenle sağlığın da önüne gelen değere özsaygı adını veriyoruz.
[1] Belit, aksiyom: Kendiliğinden apaçık olan, bu nedenle de ardından gelen önermelerin dayanağı sayılan temel ya da kurucu önermeye; bir başka önermeye götürülemeyen, kanıtlanamayan; bir geri götürme ya da kanıt gerektirmeyen, kendiliğinden apaçık olan temel önermeye belit denir.