Fotoğraf: Savaş karşıtı filmllerden "Hayat Güzeldir"den...
Bir sanat eseri toplumun ortak hafızasıdır. Sanat, kendi döneminin seyircisi değil, içinde olandır, yaşayandır, kederlenendir, direnendir, sorgulayandır, mutlu olandır, hata yapandır, kavga edendir, öfkelenendir, sestir, notalardan düşen müziktir…
Hayatlarımız sanata varmadan önce bizim için de her şey elbette güllük gülistanlık değildi.
Günümüzde teknolojinin yarattığı çok mecralı ifade olanakları ve kentleşme sürecinin koşullandığı bireyselliğini keşfetme yönelimi nedeniyle kendimizi daha net ifade etmek istiyoruz.
Bunun için yeri geldiğinde sistemin tahakkümü ile değişik düzeylerde çatışıyoruz belki. Eskiden bireysel ifade biçimlerimiz ya yoktu ya da çok azdı.
Okula gitmek istemediğimi kimseye anlatamamış biri olarak, bireysel ifade imkânımın sınırlarının farkındaydım. Gidecektik, zorla gidecektik, asimilasyona gidecektik. Biz çocukları asimile etmek isteyen sistemi; yine bizimle aynı kaderi paylaşan insanlar sürdürüyordu ne yazık ki.
Biz çocukları asimile etmek isteyenlerin işbirlikçileri kimlerdi, paralı askerleri kimlerdi peki? Bizim mahalleli, bizim komşu, bizim akraba, bizim yurtsever, devrimcilerdi. Yani öğretmenlerimiz. Asimilasyonun saf ve muhtaç çocuklarıydı, yoksuldular, devlet memuru olmak sağlam bir kapıydı, böyle öğretilmişti.
İnsan neyi öğrenirse onunla hayata tutunur, yaşamaz mı? Bizi kendi içimizden vurdular, bizi şairlerimizle vurdular, bizi romancılarımızla vurdular, bizi sesi güzellerle aldatılar, Allah bizi affetmesin, öğretmenlerime uzun ömürler diliyorum, neye ortak olduklarını kendilerine mutlak ki bir gün fısıldayacaklardır, ben inanıyorum fısıldayacaklarına.
Bu kadar kötülüğün görünür hala gelmesi ile; günbegün "kadın çoluk çocuk demeden gereğinin yapıldığı" bu dönemin tanıkları, sanıkları ve belki kurbanları olacağımız bir çağda hayatta kalma mücadelesi verirken, ne inciler düşüyor önümüze. Bunca kötülük ve yozlaşmanın karşısında yine edebiyata, şiire ve müziğe sığınarak yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Susarak değil, izleyerek değil, sırtımızı dönerek de değil.
Dizelerle, tuvalle renkleri buluşturarak, notalara can vererek, kendini yeniden keşfetme ve inşa yolu haline geliyor sanat. Unutturmamaya; katliamlar, infazlar, taciz ve tecavüzler, yaşadığımız toplumun nasıl bir cinnet halinde olduğunun bir göstereni değil mi?
Yasakların, yoksullukların, yolsuzlukların yol açtığı çürümeyi gelecek kuşaklara anlatmanın en etkili ve iz bırakan yöntemi şüphesiz sanatçının yaratacağı eserlerdir, trajedisi bol toplumlarda bu daha fazladır. İnsanlık tarihi boyunca biriken ve aktarılan kültürel belleği yazarın, sanatçının eserlerine de borçlu olduğumuz su götürmez bir gerçekliktir.
Otuz üç’ün sesi içimi dolaşınca, aklıma hep üstad Ahmed Arif’in Otuz Üç Kurşun şiiri gelir, dileme dolanır, yüreğim acır ve öfkenin dalgaları arasında şairimin dizeleriyle yolumu bulmaya çalışırım, yorulduğum yerde yaslanırım yüreğinden düşen sımsıcak dizelere. Otuzüç masum Kürt köylüsünün katledilişini epik bir dille günümüze ulaştıran ve hala konuşulan, tartışılan, şiir yapısı, biçimi biçemi ile şiirin zirvelerine ulaşan Otuz Üç Kurşun çağdaş bir destan gibi dünü anlatırken bugün için de bir şeyler fısıldar. Toplumsal hafızamızda canlı ve diri olarak kalışını şairin şiirine borçlu değil miyiz?
Toplumların ortak hafızası kör ve sakat olur. Çabuk unutturulmak istenilir, olmamış gibi davranılmasını talep eder. Dönemin aydıncıkları, şairleri, yazarları tarafından etrafından dolanılır konuların.
Başka başka şey allanıp pullanır, yazılır, çizilir, seslendirilir, bilerek isteyerek ön plana çıkarılır da sadete bir türlü gelinmez. Meselenin içi boşaltılır böylece, kişiliksiz bir geçmiş yaratılmak istenir. Büyük oranda başarılı da olunur, iktidarın gücü ve yönlendirmesi sanat ortamını da gölgeler. Peki sanatçının, yazarın takvimindeki notlar nedir; kıyımlar ve katledişler dünyasında?
Her dönemin iktidarları; -kullanışlı aydıncıklar, siyasetçiler, şairimsiler, yazarcıklar- sanatı ve sanatçıyı itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Geniş bir alanı işgal ederler, sansürcüdürler, engelleyicidirler, varlıklarının cansuyu ise ötekinin kanından, yaratıcılığından beslenerek şişerler. Kürtçe’de bir deyim vardır ve yukarıda bahsettiklerimi anca bu kadar güzel anlatabilir, Bi gur re dixwe bi xwedî re şînê dikin[1]
1943 yılında Otuz üç köylü kurşuna dizilir. Şair Ahmet Arif bir gazete kupüründe hadiseyi okur, bunun sıradan bir hadise olmadığını bal gibi anlar, üzerine gider, altını üstüne getirir ve bize unutulmaz beş bölümlük bir Dünya Şiiri armağan eder.
Artık katil de kurşuna dizilen de ortadadır. Faillerin efendileri sürekli olarak itibarı geri vermek için zaman ve boşluk kovalasa da; Şairin şiiri her defasında ses olur, dert olur. Bunun bedelini ve diyetini de ödemiştir üstadım Ahmed Arif. Resmi ideolojiden ve dönemin iktidar(ı)ları tarafından nelere maruz kaldığını ve neler çektiğini az-çok hepimiz biliyoruz.
Destansı bir dille kaleme alınan şiir, resmi tarihin yüz kızartıcı bir katliamının tarihin hafızasına kazınmasıdır aslında. Resmi tarih yazıcılar bu katliamdan bir devlet başarısı, Kürtlere nizam verme operasyonu edasıyla bahsetseler de Otuz Üç Kurşun, tüm şiirsel görkemi ile gerçeği hatırlatmak için oradadır. Şaire, onur ve güzellik kalmıştır, bize direnci göstermiştir, aşk için yaşanılır, yaşatılır demiştir. Vicdandan zerre nasip almamış efendiler: Dizeler demirden daha güçlü ve kudretlidir.
“ baktı otuzüçten biri
karnında açlığın ağır boşluğu
(…)
baktı kolları vurulu,
cehennem yürekli bir yiğit”
Otuz üç’ten tam 68 yıl sonra yine pasaporta sığınmamış ve ısınmamış 34 genç akraba ziyareti dönüşünde Muğlalı’nın milenyum ve modern yüzleri tarafından bombalarla katledildiler.
Pişkin kalemler tarafından her zaman olduğu gibi katliam sıradanlaştırılıp unutturulmaya çalışılsa da bu kez toplumsal direnç izin vermedi buna; başarısız oldular. Diğer yandan o eski ‘ben’ artık bildiğiniz ben değildi.
Duvarları yıkan ve kendi kökleriyle büyüyen bir nesil var! “Her giya li ser koka xwe şîn dibe”[2]. Günümüz şairi tatlı suların güvenli kollarında isim sivriltirken çağının en trajik olaylarına gözlerini kapatıyor ne yazık ki... Tarihi kanla yazanlardan, döktükleri kanla övünenlerden ne beklenir sevgili şairim! ‘Seksen doksan yüz…’ kuşağının güzide, toplumcu, devrimci, şovenist/İslamcı şairimsileri artık masalarda satacak anılarınız da kalmadı, en iyisi siz dükkânı kapatıp kendi çöplüğünüze dönmelisiniz.
Bir türlü kıramadığınız, aşamadığınız, köhne köklerinize dönün, ötekinin sesini duymak ve ses vermek yürek işçilerinin işidir, unutursak kalbimiz kurusun.
Bir tuğlanın üstüne bir tuğla koyamadığınızdan utanç duymadığınızı anılarınızdan çıkarabiliriz, katır bilincinizi sürekli dışavurarak toplumsal kıyımlara, katliamlara nasıl baktığınızı gösterdiniz: Susmak taraf olmak değil midir? Arifim, sevgili şairim sendeki yürek herkeste hiç olur mu? Yürek işçisi olmak masalarda anı satmaya benzemez ki! Yürek işçiliğinin ağır bir bedeli vardır, durun kulağınıza fısıldayayım diyetini: bir ömür huzursuzluk ve mutsuzluktur. Etrafı kan gölüne çevirenlerin değirmenine kan taşıyanlar, sizi de unutmadık, unutturmayacağız.
Ne yapıyor günümüz şairimsileri bakın hele!? Sosyal medyada ilkokuldaki gibi kümelenme derdine düşmüşler. Komisyonculukla şairliği karıştırıp, bunu da Şeref ve Ekmek derdi, diye sunacak kadar yüzsüzleşen ve yozlaşanlar; toplumculuk yaptıkları iddiasının yerine topluca yapmaktan bahsettikleri mesajlarını koydular.
Gençlerin sırtlarına binip kamçılama arzularını, yeni kuşakları itibarsızlaştırıp, ağızlarını her açtıklarında bir diğeri için ayrımcılaştıran, ötekileştiren, saf dışı bırakan zihniyetleriyle, nefret kusmalarını şairimsiliklerine yormak gerek belki de. Efendiler, bir annenin yaktığı ağıt sizlerin gencecik bedenleri parçaladığınız bombalarınızdan daha güçlü ve kudretli.
Roboski katliamının üzerinden daha beş yıl geçmeden, gözlerimizi başka bir kıyıma açtık: Pirsus/Suruç. Çağımızın modern Muğlalıları ve sahipleri kendilerine yeni tetikçiler bulup bir taşla iki kuş vurmanın sevinciyle çocuk düşlerini bombaladılar.
Pırıl pırıl gençler savaş mağduru, kıyımdan geçirilmek istenen çocuklar için oyuncaklar topladılar; uykularına, kucaklarına birer sevinç gibi bırakmaya gidiyorlardı. Biz onlara Düş Yolcuları ismini verdik, çocukların düşlerine yoldaş olup, onların karartılmış ömürlerini süsleyip döneceklerdi. İzin vermediler!
Sanat ve Hayat dergisi bu katliamın yıldönümünde "Suruç İçin Üret" hareketi başlattı. Ağustos özel sayısıyla düş yolcularının düşlerini; dizelerimizle, müziğimizle, resimlerimizle; kanla bir gelecek kurmak isteyenlere inat yeniden hatırlattık, yeniden ürettik. Nerede durduğumuzu ve ne istediğimizi imgelerimizle, sesimizle, renklerimizle bir kez daha gösterdik.
Otuz Üç Kurşun’nun şairinin tarafı ne ise ben de o taraftayım. Bilin ki düş yolcularının oyuncakları sizin bombacı tetikçilerinizden ve C4'lerinizden daha güçlüdür ve kudretlidir. Ve bu yazıyı üstadım Berken Bereh’in şu dizeleriyle bitirmek istiyor.
“ bes bikin galegal
bila biheşta we ji we re be
min dîroka xwe divê ”[3]
(ÇO/EMK)
[1]kurtla öldürüp çobanla yas tutuyorlar
[2]Her ot kendi kökleri üzerinde büyür
[3]”yeter artık dırdırınızdan
cennetiniz de sizin olsun
ben geçmişimi geri istiyorum”