2000’lerin ilk çeyreğini geride bırakmak üzereyiz. Sevinç mi kayboldu, yoksa onu göremeyecek kadar hayal gücümüzü mü yitirdik bilmem. Tek bildiğim, teknolojik dille ifade edecek olursak hayatımızı ziplenmiş hissetmek.
Başka bir deyişle, yaşamın hücreleşmesi. Hayattan beklentimiz bu ay da bilmem ne varyantına yakalanmamak, zamlarla baş edebilmek ve yaşadığımız ayrımcılığın minimale düşmesi. Oysa her şey çok başka olacaktı 2000’lerde. Büyükler ne düşünürdü bilmem ama ben çok değişik bir dünya hayal ederdim.
Üzgünüm, bu şekilde değil ama makineleşmeyi de hayal ederdim. Birçok işi robotların yaptığını ve insanlığın mutluluk içerisinde yüzdüğünü.
Tabii ortaokul çocuğu olarak bilmezdim üretim araçlarına kimin sahip olduğunu ve o mutluluğun bu sahip olmaya ya da olmamaya bağlı olduğunu. O yüzden hayâlimin bir kısmı gerçekleşirken mutlulukla birlikte hayâl gücümü de götürenin ne olduğunu büyürken öğrenecektim. Her şey elimizin ucunda olacaktı, huzur ve hayâl gücü hariç.
O zamandan itibaren anlamaya başladım, hayâl gücünün insanın kendisi olması anlamına geldiğini. Anladım, bu halde olmamızın nedeni hayal gücümüzün törpülenmesinde. Hepimizin birbirinin kopyası yapılmaya çalışılmasında.
Oysa bu, insanın doğasına aykırı. O nedenle yapay zekâ bu konuda bizden başarılı. Onun hisleri yok ve taklit etmeye bizden daha iyi kodlanıyor. Ya biz? Bizim damarımızda kan var, zihnimizde düşünme kabiliyeti. Akıyor ikisi de durmadan.
Yamaçlardan setler çekilse de önüne, kışkırtıyor bizi kendimiz olmaya. O yüzden okulda yaramaz çocuk, gençlikte serseri, hayatta baltanın bile bizi sap olarak kendisine yakıştırmayacağı canlılara dönüyoruz.
Oysa her insanın içinde dünyayı değiştirecek bir cevher vardır. Dünyayı da zaten böyle insanlar değiştirir. Sınıfın en çalışkan öğrencisi, çok efendi, genç falan değil. İşin kuralı bu zaten. Deha ile normal sevişmez pek. Yine de herkes tek tip olmak zorundadır ve bu iş okulda başlar. Her öğretmenin gözdeleri vardır mesela.
O gözdeler hep birbirinin aynısıdır. Oysa sınıfın unutulan en arka sırasında, uyuduğu sanılırken bir keşif peşinde dünyaya açılıyordur sınıfın en tembel çocuğu. Tek suçu başka donlara girememektir. En doğalının bu olduğunu düşündüğü için belki.
Bugünlerde birbirinin aynısı insanları görünce hep onu düşünüyorum. Çünkü “Eğitilemeyenlerdendim.”
Henüz ilkokuldayken Dünya Savaşları Ansiklopedisi okuturdum anneme. Hayata dair sorgulamalar yapardım. Evin her şeyini tamir ederdim ama okulda “çöptüm” adeta. Matematikten çakmaz, ders çalışmaz ve ders saatlerinde bağlama çalmaya kaçardım. Bildiğimde bile susardım.
Çünkü bana ulaşmanın bir yolunu düşünecek hayal güçleri yoktu. Köreltilmiş hayal güçleriyle başkalarının bir hayâl gücü olduğunu bile anlayamıyorlardı. Peki derdim ne? Bu dergi de bu rakı masasından fırlamış gibi deneme parçacıkları ne alaka? İşte zurnanın peşrevi tam da burada, varsa tabii! Sağlamcılık böyle bir şey.
Çünkü zihinlerindeki “mükemmel insan” tahayyülüne uygun olmayan “eksik” onların gözünde. Çünkü kendimizleştiremediğimiz “sakat” bizim için. Hatta duyguları işin içine katmazsak sınıfın en silik çocuğuyla, bir engellinin gördüğü muamele benzerdir. İstisnalara haksızlık etmek istemem ama öyledir. Lise yıllarında en tembel kabul edilen kişi yakın arkadaşımdı. Öğretmen soru sorduğunda cevabı verirdik de yine inat eder yanıtlamazdı. Çünkü kimse ona giden yolu merak etmemişti.
Oysa tamiri en zor elektronik cihazları tamir ederdi. “O zaman gitsin tamirci olsun” diyecek sömürü sevdalılarının eline koz vermek için demedim. Tam tersi, o makul öğrencilerden daha geniş bir dünyası vardı.
Ama herkes dış görünüşüyle değerlendirirdi. Hedefi de mütevazıydı, ulaştı sanırım. Tabii bu sefer hayatının başka alanlarında hayal gücüne yamaçlar örülmüştür. Bir yıl arayla aynı okulda ben benzer bir durumun ibretlik bir örneğini yaşamıştım. Çoğu lise öğrencisinin uğraşmadığı, uğraşmaya yönlendirilmediği ve imkân bulamadığı şeylerle uğraşıyordum. Şiir dinletisi düzenlemek, konser vermek gibi.
Peki, öğretmenimin gözünde neydim? Sınıfa soru sorduğunda cevap vermek için kendimi paraladım. Söz hakkını koparabildiğimde bana sorduğu soru “Bugün günlerden ne?” oldu. Beni hatırlamaz ama şu yazıyı okusa, kendi yaptığını bile hatırlamayıp onu yapanı ayıplar muhtemelen.
Buna dair bir şeyler demek çok istiyordum. Bir yolculuk vesile oldu. Antakya’ya dayanışma için giderken araç bozulmuştu. Beklerken Gassan Kanafani’nin “Filistin’in Çocukları” isimli kitabına başladım. İlk öykünün ilk cümleleri, dergiye yazı konusu bulduğum hissini veriyordu. Bilin bakalım ne oldu? Öyküyü okurken uyku bastı.
Uyumamaya direnerek ve anlamaya çalışarak bitirdim ama tabii uçtu çoğu. “Şansımı dönüş yolunda deneyeyim” dedim ama adeta aracı döver gibi yağan dolunun altında aynı akıbete uğradım. İşte şimdi satırlarımla kaynaştıracağım Sevgili Kanafani’yi.
Öğretmenlik yaptığı dönemde kaleme aldığı bir öykü “Yamaç.” Hayal gücünün sınırlanmasına ve ikna olmadığı işi yapmak zorunda kalmasına bir isyan adeta.
Öykünün öğretmen kahramanı Hamdi’nin, müdürün kendisini aşağılamasına karşı içinden geçirdiği şu söz milyonların, milyarların hissidir belki: “Haftalığımızın sahibi diye ruhumuza da sahip olmak istiyor.” Şöyle geçirir Hamdi içinden öykünün başında: “Birinin insanların önünde dikilip durması ne kadar zor bir şeydi… Hem de ne için? Onlara bir şeyler öğretmek için. Sen kim olduğunu sanıyorsun? Şu sefil hayatın boyunca hiç kimse sana yararlı bir şey öğretmedi. Gerçekten de insanlara öğretecek bir şeylerin olduğunu mu sanıyorsun? İnsanın hayat hakkında bir şeyler öğreneceği en son yerin okul olduğuna hep herkesten fazla inanan sen, şimdi de kalkmış öğretmen olacaksın?”
Hamdi’nin sınıfa girmesi ve kargaşa içerisinde bir çocuğun “Benim anlatacak bir hikayem var öğretmenim” demesi hayâl gücüyle önyargının savaşının küçük bir anlatısı oluyor.
Babasının ayakkabıcı dükkânı olduğunu söyleyerek öyküsüne başlayan çocuk; zengin bir adamın sarayının tepesinin yamacında babasının çinkodan bir kulübede sadece kendisinin sığabildiği bir dükkânı olduğuna, babasının çalışırken gözüne iğne battığı ve tek gözünün kör olduğuna, saray hizmetçilerinin ayakkabılarının yapılması karşısında bu kulübeye göz yumduğuna ve babasına sürekli ayakkabı geldiğine dair bir kurgu anlatır. Çocuklar devamını ister.
Çocuk ise saraydan her gün atılan çöplerin bir dağ oluşturduğunu ve babasının dükkanla beraber onun içerisinde kaybolduğunu belirtir. Hamdi, çocuğu müdürün odasına götürürken sorar: “Gerçekten baban öldü mü?” Çocuk, “Hayır, ölmedi. Hikâye bitsin diye öyle dedim. Bahar gelince o çekirdekler, kabuklar kuruyup hafifleşecek ve babam onları kaldırıp kurtulacak” der. Hamdi, “Bu çocuk bir dahi” diyerek müdüre anlattırır. Müdür dinler ve “Bu çocuk bir deli” der. Hamdi inatla çocuğun dahi olduğunu söyler ve çocuğun anlattığı hikâyeye ortak olur.
Anlatmak istediğim bu kadar basit. Çocukların hayal güçlerini sınırlamadan, önyargıyla yaklaşmadan onları geliştirmek. Yoksa her yaştan, birbirinin aynısı insanlar olarak ziplenmiş hayatlarımızı sürdürmeye devam edeceğiz.
(Bu yazı, Engelsiz Erişim Derneği’nin “Eşit, Erişilebilir, Engelsiz Hayat Dergisi” (EEEH Dergi) Ekim 2024 sayısından alınmıştır.)
(BS/EMK)