John Keane, medya ve demokrasi ilişkisi üzerine kitap yazmış önemli bir iletişim bilimci. Haluk Şahin’in ön sözünü yazarak Türkçeye çevirdiği Medya ve Demokrasi adlı kitabında pazar liberalizminin çelişki ve eksiklerini sorgulayan Keane, basın özgürlüğü idealinin nasıl oluştuğundan bahseder. Şu can alıcı soruyu gündeme getirir: “Medya holdinglerinin küresel elektronik imparatorluklar kurduğu günümüzde basın özgürlüğü ideali hâlâ geçerli mi?”
Kitabın tümünde bu soruya yanıt arayan Keane, tartışmanın bir yerinde konuyu devletin “olağan” ya da “olağanüstü” dönemlerde basına müdahalesi sayesinde ortaya çıkan sansür tiplerine getirir. Beş adet sansür tipinin bir tanesi “olağanüstü hâl erkleri”dir. Bu sansür şeklinde Keane’in sözünü ettiği hükümetlerin, medyanın bazı bölümlerini zorbalıkla sindirerek yola getirme girişimleri, talimatlar, tehditler, yasaklamalar ve tutuklamalardan başka bir şey değildir.
Siyasal baskı tekniklerini ikiye ayırır Keane. Bunlardan ilki olan ön engellemenin devlet yetkililerinin yayınları önceden denetlemesi, zorunlu ve ihtiyarî kuralların konması şeklinde resmî ya da “gayri resmî” tüm yolların denenerek gerçekleştiğinden bahseder. Ona göre, bir de yayım sonrası sansür vardır ki, o da yayınların yasaklanması, yakılması, yeniden sınıflandırılması ya da toplanması olabileceği gibi, o yayınların üretildiği teknik araçlara el konulması şeklinde ortaya çıkar.
Son dönemlerde tam da Keane’in bahsettiği türden fazlası olan vakalar yaşıyoruz. Çok değil bundan iki yıl önce dönemin başbakanının ana akım televizyonlarından birinin yönetim kurulu üyesini arayarak ekranda altyazı olarak akmakta olan bir muhalefet partisi liderinin sözlerini kaldırttığı ortaya çıkmıştı. Yine aynı grubun yayın organında sağlık haberlerinden “rahatsız olan” başbakan tepkilerini iletiyor, gazete yönetimi derhal o haberi yapan muhabirlerin işine son veriyordu.
“Alo Fatih Hattı” diye tarihe geçen olay aslında ana akım medyada yaşanan devletin medyaya tipik bir müdahale örneğiydi. Geçen eylül ayında yayılan, bir damadın diğer damada, gazetenin genel yayın yönetmeninin yerine başka bir ismi düşündüğünü belirtmesi olayı, direkt bir müdahale değildi belki ama eğer doğru ise gazetenin bağımsızlığına gölge düşürecek ve belki de geniş çaplı bir otosansürün düşünülmesi açısından önemli bir örnekti. Bir medya patronunun henüz satın aldığı gazetenin yayın yönetmenliğine kimi getireceğini dönemin başbakanına sorması gibi.
Ancak iş yalnız müdahale ile kalmıyor, devlet bankalarından açılan kredilerle veya “havuz” hesaplar açtırılarak yeni medya cepheleri de yaratılabiliyor ya da salt siyasî iktidarı desteklemek için iş adamları medya satın alabiliyor. Bundan dolayı eskiden “besleme basın” olarak tâbir edilen bu yayın organlarından günümüzde “havuz”, “yandaş” diye söz ediliyor. Devletin/iktidardaki partinin ideolojik aygıtına dönüşen bir medya demek yanlış olmayacaktır sanırım.
Devlet ile doğrudan ya da dolaylı ilişkisi bulunan medya gruplarının yayın organları kitlesel medyayı oluşturuyor. bianet’in Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Almanya kanadı Reporter ohne Grenzen ile birlikte yürüttüğü Medya Sahipliği İzleme Projesi (MOM) sonuçlarına göre en çok okunan on gazeteden yedisinin enerji, inşaat, maden ve turizm alanlarında devletle ticari ilişkisi var. Bu yayın grupları içinde yalnız Doğan Grubu’nun bünyesinde bulunan gazete ve televizyonlar kısmen de olsa eleştirel yayın yapabilen kategoride değerlendiriliyor. Doğan Grubu ile arası çoğu dönem iyi olmayan ve kimi zamanlarda da kötü olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 15 Temmuz akşamı cep telefonuyla yayına bağlanarak CNN Türk’ten halkı meydanlara çağırdığını not düşerek devam edelim.
Basın tarihinde Sedat Simavi, Abdi İpekçi gibi önemli gazetecilerle özdeşleşmiş ve zamanla marka hâline gelmiş eski gazetelerde, basına sermayenin girmesiyle, başka bir deyişle sahiplik yapısının ve “gazeteci” profilinin değişmesiyle vuku bulan sorunlar elbet gazetecilik pratiğinde kendini gösteriyor en çok. Gazete ve televizyonlarda asıl karar vericiler dolayısıyla hep hiyerarşinin üstünde yer alanlar, yani grup başkanı CEO’lar veya patronlar olduğu için gazetecilik arka plana düşüyor. Çünkü basında/medyada patronların sorumluluğundan bahsedilmez genelde, kovulan gazeteci olur.
Kitle medyasının, mülkiyet yapısında kendini gösteren ticari ilişkiler, alınmak istenen ihaleler ve ayrıca kimi “gazetecilerin” gazetecilik yerine zamanını devlet dairelerinde ihale takibiyle geçirmesi nedeniyle gazetecilik toplumun dili olmaktan çıktı, basın sorgulama gibi asıl işlevini çok da yerine getiremez oldu. Kamu çıkarının yerine kişisel çıkarların işin içine girdiği bir süreç… Editoryal bağımsızlığın bu zor şartlarda sağlanabildiği ölçüde özgür habercilik yapılabiliyor. Bugün ana akımda görece habercilik yapılabiliyorsa şartlara zor da olsa direnen üç beş insan sayesinde. Ancak o gazetecilik alanı da her geçen gün daralıyor. Suya sabuna dokunmayan bir “gazetecilik” ortaya çıkıyor.
Artık devletin medyaya müdahalesi ile gerçekleşen sansür olaylarından bahsetmiyoruz. Devletin sıkı denetimine ne hacet! Pek çok kuruluş “otomatik olarak” kendisi gidiyor sansüre. İşte bu habercilik açısından da, halkın haber alma hakkı bakımından da, basın özgürlüğü durumundan da, demokrasinin hâli dolayısıyla da en trajik olanı.
Bir demokrasi yürüyüşüdür Cumhuriyet
Bağımsız medya kuruluşlarının önemi tam da bu noktada ortaya çıkar. Haluk Şahin, kitabın önsözünde Keane’in “pazar fetişizminin iletişim alanında gerçek bir seçim özgürlüğü yaratmak yerine, seçenekleri azalttığını öne sürerek, pazar-dışı ve devlet-dışı medyaların demokrasi açısından önemine dikkat çektiğini yazar. Cumhuriyet Vakfı’nın sahipliğinde yayınlanmasıyla yazılı basında önemli bir model teşkil eden Cumhuriyet’i farklı kılan etmenlerden biri bu: Medyada “holdingleşme” olarak karşımıza çıkan olgunun içinde yer almaması, devlet-dışılığı: bağımsızlığı!
Gazeteciliğin temelinde olan ancak günümüzde gittikçe uzaklaşılan “sorup sorgulama” ve “hakikati arama” işlevini yerine getirebilen basının özgür olduğundan bahsedilebilir kuşku yok ki. Mesleğin doğasından gelen bu gazetecilik pratikleri, güç odaklarının çeşitli çıkarlarıyla sürekli çatışma hâlinde olduğu için gazeteciler güç sahipleri, çıkar odakları tarafından sevilmezler. Dahası egemen siyasî yapı, varlığına bir tehdit olarak algılar gazetecileri.
Gazetelerin, televizyonların tehdit oluşturduğu algısı ayyuka çıktığında ana akımdaki kadar kolayca müdahale şansı olmadığından dolayı bağımsız medya kuruluşlarını özellikle de mâlî yönden kıskaca alarak, o da olmadığında el koyarak yok etmeye çalışılması bundandır. Gazetecilere açılan davalar, meydanlarda muhabirlerin başına silah dayamalar, tutuklamalar ve hattâ yakın Türkiye tarihinde görüldüğü gibi dövülme, işkence, öldürme vakaları bu çatışmanın içinden bir yansımadır.
Eski Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’ı, Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ü tutuklayarak, yazarlarına dava açarak ve de mâlî yönden kıskaç altına alarak çökertememişlerdi Cumhuriyet gazetesini. Şimdi vakfın yönetim kurulu başkan ve üyelerine, genel yayın yönetmenine, yazarlarına, avukatlarına gözaltı operasyonlarıyla, ev baskınlarıyla sindirmeye çalışıyorlar.
Yönetici kadrosu gözaltında olan gazeteye “FETÖ/PDY ve PKK/KCK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” iddiası yöneltiliyor. Murat Sabuncu, Aydın Engin, Hikmet Çetinkaya, Güray Öz, Kadri Gürsel, Musa Kart örgüt adına suç işliyormuş! Bir akıl tutulmasından başka bir şey değil bu iddia.
Her darbe döneminde tutuklanan, yaşamının 12 yılını siyasî mülteci olarak Almanya’da geçiren Aydın Engin, kolunda iki polis gözaltına alınırken -onun deyimiyle- “yalın” ama manidar bir “tırmık” yazmış; AA muhabirinin “Niçin gözaltına alındınız” sorusunu şöyle yanıtlamış: “Cumhuriyet’te çalıştığım için. Yetmez mi?”
Ve kaderin cilvesi mi denir bilinmez ama Cumhuriyet’e yönelik soruşturmayı başlatan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Murat İnam’ın “FETÖ” davasından yargılandığı ortaya çıktı. Her şey bir yana, geniş çaplı tasfiyeler, görevden almalar, tutuklamalar; üniversite özerkliğine, medya özgürlüğüne, yerel yönetimlere dönük operasyonlar adına salt bu bile biraz olsun düşündürür mü: Bu kadar kolay “kandırılan” ve bu kadar kolay “kanan” siyasî iktidarın şimdi “FETÖ”ye karşı övgüyle bahsettiği “mücadele” sürecinde neler kurban ediliyor? Hedefte kimler var? Asıl amaçlananlar ne? Memleket nereye gidiyor?
Gözaltına alınan yazarlardan Hikmet Çetinkaya Gülen cemaatinin yıllardır devlette kadrolaşmasını kitaplarında anlatmış, anlattığı için yargılanmış bir isim. Geçmiş yıllarda bugünün siyasî kadroları ve “yandaş medya” cemaati yerden göğe koyamazken Cumhuriyet’in yayını eleştirel haberleri nedeniyle durdurulmuştu. Ancak bunlardan bahsetmeye bile gerek yok.
92 yıldır var Cumhuriyet. Hâkimiyet-i Milliye ile Yenigün gazetelerinin birleşiminden doğmuştu. Kurucusu Yunus Nadi Abalıoğlu gazetenin Cağaloğlu’ndaki binasında Zekeriya Sertel ile başlamıştı ilk yayınlara. Türkiye’nin fikir hayatında önemli bir yer eden Cumhuriyet, ta o yıllardan bu yıllara kendi içinde evrimini gerçekleştirerek, yenilenerek gelmiştir, “Cumhuriyet, demokrasi fikir ve esaslarını yıkmaya çalışan her kuvvete karşı mücadele edecektir” diyerek. Ülkenin en köklü gazetesi olarak bir okul olmuştur gazeteciler için. Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday gibi nice edebiyatçının yolları kesişmiştir Cumhuriyet’le.
12 Mart’ın, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerinde yazarları yargılanmış, defalarca kapatılmış, Barış Davası’ndan yazarları tutuklanmış bir gazete Cumhuriyet. Yazarları suikastlara uğrayarak öldürülmüş bir gazete. Ve siyasî iktidarın, eski ortağı “cemaatin kumpası” olduğunu söylediği Ergenekon davasından yine yayın yönetmeni, yazarları yargılanmış, tutuklanmış, o tarihlerde, 2006’da bombalanmış bir gazete. MİT TIR’ları ile yapılan sevkiyatın görüntülerini yayımlamış, bu gazetecilik olayı yüzünden haberde imzaları bulunan Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklandığı bir gazete.
Ama her şeyden öte gazete! Şimdi örgüt adına suç işlemiş oluyor, öyle mi?
Yargıdaki oyunlara, insan hakkı ihlallerine, yolsuzluk dosyalarına, silah sevkiyatlarına, “kaos”a yönelik haberlerden ve “başkanlık” eleştirileri yüzünden röportajlardan, yazılardan, manşetlerden, yani gazetecilikten; sosyal medya paylaşımlarından suç üretmeye çalışacaksınız, öyle mi?
Soruşturmaya hazırlanan zemin
Gelinen noktada eski yönetim kurulu üyelerinin rolü dikkat çekici. Şöyle ki, 18 Şubat 2014’teki Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu seçimlerinde “usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla” eski üyelerden Alev Coşkun, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne şikâyette bulunuyor. Müdürlük Mayıs 2015’te “yönetim kurulu üyelerinin, vakıf senedi ve ilgili mevzuata uygun olarak seçildiğini” bildiriyor gazeteye. 7 Ekim 2015’te yine olağan seçim yapılıyor ve önceki dönemden görev yapan 9 kişi yeniden seçiliyor. Mustafa Balbay bu kez yönetim kuruluna seçilenler arasında yer almıyor. Ergenekon davasındaki mağduriyeti nedeniyle “gazetecilikle siyaseti birbirinden ayırma ilkesi”ni uygulamayan Cumhuriyet, bu kez yönetim kuruluna da yeniden seçilememiş olan Balbay’ın yazılarına da son vererek gazete ile ilişiğini kesiyor.
Tartışmalar “alevleniyor.” Eski üyelerden Coşkun müfettiş raporuna rağmen konuyu yargıya taşıyor. Balbay ise yönetim kuruluna yeniden seçilemediği güne kadar yazarlığa devam ettiği, yıllarca ekmeğini yediği gazete için “Cumhuriyet’te FETÖ’cülükten Kürtçülüğe kadar her şey serbest ama CHP Milletvekili olarak yazı yazmak yasak” diyecek, “iktidar yanlısı” gazeteye bu uğurda röportaj verecek kadar hırslanıyor.
Konu geçen eylül ayında bu kez “havuz kanalı” “a haber” (?) kanalında gündeme gelmişti. Programda yazar Talat Atilla, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün gereğini yapmadığını savunurken, Genel Müdür (?) derhal telefonla bağlanıyor ve seçimin “usulsüz yapıldığını” söylüyor. Yazar Atilla ise “olayı a haberde ortaya çıkarmakla” övünüyor. Cumhuriyet ise tarihinde ilk kez eski iki yazarının gazeteye karşı iktidarla işbirliği yaptığına dair “Cumhuriyet teslim olmaz” başlıklı bir yazı yayımlamak zorunda kalıyor. Yazıda, gazeteyle birlikte davalı olarak gösterilen Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün iki buçuk yıl önceki seçimin iptali için açılan davaya “haksız ve mesnetsiz davanın reddine karar verilmesi” cevabı hatırlatılıyor.
Cumhuriyet’e yapılan müdahaleye zemin vefalı (!) eski yazarları ile iktidar yazarlarının bilinçli ya da değil “dayanışmasıyla” hazırlandı. Zira hükümet yanlısı medyada diğer yayın kuruluşlarını kapatmak için kampanyalar yürütülürken, o medyadaki yazıcılardan birinin mesnetsizce o iddiaya sarılarak “Vakıf Alev Coşkun ve arkadaşlarının hakkıdır” demesi boşuna değil!
Bakınız: Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş “Cumhuriyet’in yazar kadrosuna yönelik değil Yenigün yayıncılık ve Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Yönetimi yani tüzel kişiliğe yönelik” diyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, “haberi yapan gazeteciyle ilgili ifadeye çağırma veya bir soruşturma olmadığını” söylüyor. Hükümet bir yandan “yorum yapmamız mümkün değil” derken soruşturmayı ancak böyle sahipleniyor şimdi. Ama bu şekilde bile “kotarılamıyor” iş. Velev ki hükümet temsilcilerinin dediği gibi; o zaman yazarlar niye gözaltında?
Tek gazeteli, tek kanallı günlere doğru
Toplamda 168 gazete, TV, radyo, dergi ve ajansın yayınına son verildi bu dönemde. 29 Ekim’de yayınlanan 676 sayılı kanun hükmünde kararname ile bu kez çoğunluğu Kürt medyası olan Azadiya Welat, Dicle Haber Ajansı gibi kuruluşlar vardı hedefte. Diyarbakır merkezli JİNHA, kadın odaklı habercilik yapma derdindeydi. Evrensel Kültür ve Özgürlük Dünyası dergileri ise sosyalist çizgide yayın yapıyordu.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin rakamlarına göre 105 gazeteci cezaevinde. Aralarında Hasan Cemal ve Doğan Akın da olmak üzere 777 gazetecinin sürekli ve sarı basın kartı iptal edilmiş. 2 bin 500’ün üzerinde gazeteci ise işsiz!
Medyanın hızla tek sesli bir yapıya sürüklendiği bu dönemde sıra her birimizde olabilir diye düşündüğümüz günlerde Cumhuriyet’e gözaltı operasyonları gerçekleşti. İşin Cumhuriyet’e kadar vardırılmasıyla, dikensiz gül bahçesi için korku ikliminin büyümesi amaçlanıyor anlaşılan.
Ortada özgür yayın yapan, sorgulayan, hakikati arayan, olayların fikri takibini gerçekleştiren; Cemaat ortaklığının nelere mâl olduğunu, Kürt sorununun demokratik çözümünün önündeki engelleri, yüz binlerce insanın yerini yurdunu nasıl terk etmek zorunda kaldığını, cezaevlerinde yaşanan insanlık trajedilerinin nedenlerini, binlerce insanın nasıl işsiz kaldığını, yolsuzluk dosyalarının bir gecede nasıl kapatıldığını, toplumsal katliamların nasıl gerçekleştiğini, ülkenin büyük bir korku iklimine nasıl sürüklendiğini sorgulayan bir tane bile yayın kuruluşu kalmayana dek “mücadele” ediyorlar sanki. Susturamadıkları bağımsız, yerel, alternatif medyayı tamamen teslim almak istiyorlar.
Yalnız o yayın kuruluşlarında çalışanları değil okuru da cezalandırmak üzerine kurulu bir “sistem” işliyor. Farklı renkleri, farklı sesleri, farklı düşünceleri, farklı fikirleri, övgüden söz etmeyen haberleri, aykırı soruları yok etmek için kendi dışındakilere yaşam hakkı tanımama politikasıyla topluma nefes aldırmayacaklar öyle ki. İktidar uzantısı medyanın “Terörün Kalesine Operasyon” manşetleri boşuna değil.
Jean-Noël Jeanneney, kişilerin haber alma hakkının ancak iletişimin özgür ortamında gerçekleşebildiğini yazar. İletişimin demokratikleşmesinin ön koşulu olarak da üç şeye dikkat çeker:
* Her bireyin yakın ve uzak çevresinde meydana gelen olaylardan, fikir ve düşüncelerden haberdar olabilmesi;
* Olay ve fikirleri serbestçe yorumlayabilmesi;
* Enformasyon kaynaklarına serbestçe ulaşabilmesi.
Medyaya dönük bu saldırılar karşısında ilkesel olarak halkın haber alma hakkını, ifade ve basın özgürlüğünü savunmayacağız da ne yapacağız? Basın özgürlüğü herkes içindir! (SE/ÇT)
* John Keane, Medya ve Demokrasi, syf. 100
* Jean-Noël Jeanneney, Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi, syf. 97, 98