Bugün, kırk küsür yıllık bir dostumla, telefonda, gene aradan on küsür yıl geçtikten sonra, bir ay arayla yeniden konuştum.
Bu dostum, yaşamın getirdiği darbelere dayanmayı beceren ve yeniden mücadeleye girişmekten geri kalmayan bir yapıya sahip, kendisi böyle düşünmese de. Onun biraz "bezgince" havasını sezince, şöyle dedim:
"Benim tanıdığım Levent Resul, ODTÜ'lü bir kitleye konuşma yaparken, şunları söyleyebilen bir kişidir: 'ODTÜ'lü öğrenciler, devrimci falan değildir. İşletme'de okuyan arkadaşlar, halkı nasıl işleteceklerini düşünür.
Makine'de okuyan arkadaşlar, ilerde alacakları arabaların egzoz borularını nasıl modifiye edeceklerini düşünür. Mimarlıktaki arkadaşlar ise, ilerde kendileri için yapacakları dubleks villaları hayal eder'"
Levent, bu konuşmayı, 1974'te, 12 Mart bezgini ODTÜ'de, birinci yurdun önündeki çimlere yayılmış üç-beş yüz öğrenciye yapmıştı. Herkesin övündüğü, "ODTÜ öğrencileri devrimcidir" paradigmasını, yerlere atarak. Ve tam da bu nedenle, birkaç ay sonraki ODTÜ-DER seçimlerini başkan olarak kazandı.
Yakın tarihi, belki de henüz "tarih" olmadığı için yazmıyoruz, kaydetmiyoruz ve gençlerin bunları bilmemesini de ayıplıyoruz, haksız yere.
The Bosphorus Miracle
Geçen sene, Daniel Cohn-Bendit'in bir konferansına katıldım, Boğaziçi Üniversitesi'nde. Yazıyı yetiştiremediğim için Bianet'te yayınlanamadı.
Aradan zaman geçti, artık bir haber değil, bir yaklaşım oldu. Şimdi yazabilirim. Konferansın başlığı, "The Bosphorus Miracle" ("İstanbul Boğazı Mucizesi") idi.
Tanımayan genç okurlar için, Daniel Cohn-Bendit hakkında bir iki şey anlatacağım. Kendisi, 68 Mayıs'ında, Paris'teki öğrencilerin lideridir ve "Dany Le Rouge" (ya da "Kızıl Dany") olarak tanınır. Kendisi, şimdi, Avrupa Parlamento'sunda, "Yeşiller Grubu"nun başkanıdır.
Dany, Boğaziçi'ndeki konuşmasına şöyle başladı:
"Ben, 1945'te, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda doğdum. Şayet, erken konuşan bir bebek olup, anneme ve babama 'Ren Rüyası' dese idim, annem ve babam, benim problemli olduğuma hükmederdi. Keza, 1975 yılında bir çocuğum olup, onun da erken konuşan bir bebek olarak bana 'Oder Rüyası'ndan bahsetseydi, benim de düşünceleri, anne ve babamın çizgisinde olurdu. 'Ren Rüyası' ve 'Oder Rüyası', o zamanlar toplumların hayal edemeyeceği düşüncelerdi. Toplumlar değişti ve bu rüyalar, rüya olmaktan çıktı. Şimdi, Avrupa ve Türkiye'nin önünde, daha da büyük bir rüya duruyor. Daha büyük bir 'rüya' olduğu için 'mucize' sözcüğünü seçtim.
2000 yılında, ben ve o zaman Almanya Dışişleri Bakanı olan sevgili arkadaşım Joschka Fischer, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne alınmasına karşı idik. Ancak, 11 Eylül sonrasında, 400 milyon Avrupalının üçte ikisinin, Avrupa'da yaşayan yirmi milyon müslümana, 'El Kaide' üyesi gibi baktıklarını gördük. Buna karşı mücadele ettik ve başaramadık.
Başarmak için, daha büyük, demokrat ve laik bir nüfusa ihtiyacımızın olduğunu gördük. Bu nüfusun adı, 'Türkiye'"
Soru cevap bölümünde gelen "Sarkozy" sorusuna, Dany'nin verdiği cevap, bu konuda bir tarihi de ima ediyordu: Şöyle dedi: "Sarkozy, seçilse seçilse, iki dönem seçilir. 2018'de artık Sarkozy olmayacak.
Daniel Cohn-Bendit, bu konferans nedeniyle böyle iyimser bir tavır takınmış olabilir, bir siyasi iletişim düşünürü olarak. Ancak, son söylediği, iyice uçuk idi: "Ben, Avrupa Parlamentosu'na, bir kere Almanya'dan, bir kere de Fransa'dan seçildim. Bir sonraki seçimlere Türkiye'den aday olmak istiyorum ve bunu, ilk defa olarak burada açıklıyorum".
Mücadeleci olmak için, iyimser olmak gerekir. Düşünün: Bir projeye başlayacaksınız, ancak ne para, ne de o mücadelenin nasıl yürütüleceğini bilen kişiler yok. Kötümser olup vazgeçmek, en kolay yol. "Projeci iyimserlik" diye başka bir tanım yapalım. Kaynakların yetersizliğine rağmen mücadeleye devam eden kişi, hem insan kaynaklarını geliştirmeye, hem de mali olanakları sağlamak için gerekli bilgi akışını sağlamaya girişir. Bu, projenin başarılması için yeterli olur çoğu zaman.
Yaşamımda, "projeyi yarıda bırakmak" için nedenler, hep oldu. Bunlardan biri, şöyle oldu:
Bölücülük
Yıl, 1986. AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi'ni yayınlamaya başladık. İlk 64 sayfalık fasikülü, o zamanın bütün büyük matbaa olanaklarını kullanarak 217,000 adet bastık ve dağıttık. Hepsi satıldı. Üçüncü hafta, Çarşamba günü, öğlene doğru bir haber geldi: "Üçüncü fasikül toplatıldı". Toplatılan fasikül sayısı, üç bin beş yüz adet, zira ilk iki gün, iki yüz küsür bin fasikül zaten satılmıştı. Sonra, DGM tarafından, iki madde nedeniyle, Yazı İşleri Müdürü için, "bölücülük" suçundan iki idam cezası açıldı. Bu iki madde, "Adana" ve "Adıyaman" maddeleri idi. Suçlama gerekçeleri, Adana tarihinde "Rupinyan Krallığı", Adıyaman tarihinde de "Kommanege Krallığı" adlarını kullanmamızdı. İhbar eden öğretim üyesi, bunların "krallık" olmadığını, "vasal prenslik" olduklarını belirtmişti. Bunlara "krallık" diyerek, orada bir "devlet" olduğunu ima ettiğimizi ve "bölücülük yaptığımızı" belirtmişti. Bu noktada durup, yayından vazgeçebilirdik. Devam kararı verdik ve bir yıl sonra beraat ettik.
Bu çok berbat durum idi, ilginç ve bütünüyle ilgisiz gibi görünen, ama son derecede ilgili bir sonuca yol açtı. İlki, ülkenin dört bir köşesinden gelen yirmi bin mektup oldu. Mektupların ortak mesajı, şöyle idi: "Bu ülkenin insanlarına evrensel bilgiyi ulaştırma çabanızda arkanızdayız. Yenilmeyin, dik durun!"
Toplama kararının alındığı gün, dört-beş haftadır yoğun reklam yayınlamakta idik, ancak abone sayımız, henüz üç yüz idi. Dördüncü ve beşinci haftalar, "Abone Taahhütnamesi" imzalamaktan kolum yoruldu: 19 bin 600 abone, Türkiye rekoru! İki yüz bin lira sermaye ile kurduğum şirketin kasasına para doldu: Dört milyon. Tabii ki direnişimiz, bu parasal amaçları hayal bile etmeden planlandı. İkincil sonuç, bir sürpriz idi. İnsanlar, belli ki birincil hedefe, "bilgiyi toplumla paylaşma" amacına destek olmak istedi. Toplumun "imece" davranışı bu.
Ben bu olayı, toplumumuzun özel bir yapısal özelliği olarak algılıyorum: "Mücadele edeni destekle". (VÇ/EÖ)