Bayramların mutluluğu bazı evlerde buruk yaşanır. Zenginlikle ya da fukaralıkla ilgisi yok... Başkalarının büyük kutlama günleri bazı hanelere eksikliklerini, yarım kalmışlıklarını hatırlatır her şeyden çok.
Hiç konuşulmasa, hep etrafından dolanılsa da, birilerinin yokluğu, tekinsiz bir natamamlığı getirir ziyafet sofrasına, bir türlü tam olamamayı, hep eksik kalmayı...
Siz görmeseniz de, soğuk soğuk parlayan kör bir bıçak, tepelerde bir yerde sallanır durur. Kimse de onu kovmaya kalkmaz.
Hane halkı bir arada da olsa, o gün herkes bir başınadır. Herkes kendi iç-evinde, kendi hesaplaşmasında.
Bayramlar bazı evlerde buruk yaşanır. En çok da, şeklen bir aileye benzediği halde, o eksiklik hissi nedeniyle aile olma özelliğini hepten yitirmeye yüz tutmuş insanların hanelerinde.
Açık yaralar en çok o gün görünür. Bu sebeptendir bazılarının bayramları sevmemesi.
*
Her ölüm erken ölümdür. Ama bazı ölümler isyan duygusu yaratmaz, kabullenilir. Ne de olsa hayatın en büyük, en mutlak gerçeğidir ölüm. Metanetle karşılanması, belli bir süre üzüntü duyduktan sonra unutulması beklenir.
Metanetle karşılamayan, bir süre üzülüp unutamayanlar, yaşadığımız hayatın dışına itilmeye çalışılır.
Peki ya ölümün bir bedeni yoksa? Yıldönümlerinde ziyaret edilecek, bir demet çiçek bırakılacak, toprağı bir kova suyla sulanıp yanık bağırları ferahlatacak bir mezar yoksa?
Âlemin her köşesinde, insan evladının başına gelebilecek en büyük felaket budur ve bu en büyük felaketin bu kara topraklardaki cisimleşmiş hali de Cumartesi Anneleri'dir. Onlar, yıllardır bu anlatılamaz, bu anlaşılamaz acıyla yaşamak zorunda bırakıldı.
15 Şubat 1995'te gözaltına alınıp kaybedilen Rıdvan Karakoç'un ağabeyi Hasan Karakoç'un "Biz en azından şanslıyız. Çünkü çiçek koyabileceğimiz bir mezarımız var. Bu insanlar, işkencelerde, kalorifer kazanlarında kaybedilen insanların kemiklerini istiyor" demesi boşa değil.
Başında ağlayabileceği bir mezar için 15 yıldır karda kıyamette, polis copunun, panzerinin altında oturuyor analar.
Evlatları, bu devletin istediği türden sadık vatandaşlar olmadıkları için, başka türlü bir dünya istedikleri için veya sırf Kürt oldukları için gözaltına alındıktan sonra, devletin memurları tarafından yok edildiler.
Polisler, askerler, komiserler, yüzbaşılar, emniyet müdürleri, generaller; onların da her biri aile babası, her biri anasının bir tanesi, göz göre göre cinayet işlediler, katilleştiler.
Pusu bu toprakların kanlı ve kadim geleneğidir, iyi biliriz. 1994'te İstanbul Aksaray'da gözaltına alındıktan sonra kaybedilen DEV-GENÇ'li İsmail Bahçeci'nin kardeşi Umut Bahçeci, kardeşini kaybedenlerden hesap sorduklarında, dönemin bakanı Azimet Köylüoğlu'nun, annesine "Çocuğunu almışlardır, öldürmüşlerdir, bir çukura atmışlardır" dediğini anlattı geçtiğimiz cumartesi.
Annesi, bakana, "O zaman çukuru gösterin!" demişti.
Analardan o çukuru bile esirgediler.
*
Cumartesi Anneleri, 24 Nisan 2010'dan bu yana, o pusu geleneğinin kurbanı, çukursuz, mezarsız, duasız kalmış Ermeni aydınların, İstanbullu Krikor Zohrab'ın, Harputlu Tılgadıntsı'nin, Siverekli Rupen Zartaryan'ın, Sivaslı Doktor Nazaret Dağavaryan'ın resimlerini de gösteriyor Galatasaray meydanında, gören gözlere.
Bir arkadaş yaklaşıp, "Şu resimleri taşımak Cumartesi Anneleri'ne ne de çok yakışıyor, değil mi?" diye soruyor.
Bu nasıl memleket? Acılarda buluştuğumuz için kendimizi mutlu hissediyoruz. Mutluluk bile keder dolu.
İşte bu da, bu garip memlekette bir yeni yıl yazısı.
Cumartesi Anneleri, analarımız bilsinler ki, sadece Galatasaray'da değil, 15 yıldır gönlümüzün tahtında da oturuyorlar.
Yeni yıllara bugünkünden daha mutlu girecekleri zamanlara... (RB/BA)