* Çizim: OHAN (Ohannes Şaşkal)
Yazının Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
|
Hepimiz bir şeylerden nefret ederiz ve hepimizden bir şekilde nefret edilir. Peki, nefret edilenin nefret etmemesi mümkün mü? Bana “Nefretle ilgili bir yazı yazar mısınız?” dendiğinde, aklıma ilk bu soru geldi. Sizi hor görüp aşağılayan, size eziyet eden, hatta belki sizi yok etmek isteyen o ötekinden nefret etmemek kimin harcı? Nefretin hedefi haline gelmişken, saldırı altındayken, gazabına uğradığınız tarafa olan hisleriniz ne kadar bağışlayıcı, şefkatli, merhametli olabilir? Bir şamar daha yiyeceğinizi biliyorsanız İsa’ya kulak verebilir, öbür yanağınızı çevirebilir misiniz?
İyi Günde Kötü Günde’nin bölümlerini podcast platformlarından dinleyebilirsiniz: Spotify, ApplePodcast, Youtube
Üstelik dünya bu haldeyken, insan eliyle yaratılmış yıkıcılık doğayı belki de geri dönülmez bir şekilde tahrip etmişken ve geleceğe dair kaygılarımız bizi türlü yollardan sıkıştırırken, bir şeylere, birilerine duyduğumuz nefreti, daha doğrusu hafifi ve şiddetlisiyle geniş bir yelpazeye yayılan türlü olumsuz duygularımızı iyinin yararına koşabilir miyiz?
Nefret bir anlamda gerekli
Gelin bütün olumsuz duygu ve düşüncelerimizden sıyrılalım, onları bir nefeste ardımızda bırakalım demeyeceğim. Nefret ve olumsuz değer atfettiğimiz bilumum duygu doğal, gerçek, mevcut ve hatta bir anlamda da gerekli. Tıpkı diğer duygular gibi irademizin dışında doğan ve içimizden bir yerlerden kopup gelen, eğer bir ermiş ya da aziz değilsek öyle kolayına kontrol edemeyeceğimiz, ateşi kimi zaman küllenip kimi zaman harlansa da hep bizimle birlikte olacak ve onlarla yaşayacağımız bu yakıcı hislerle ne yapacağımızı çoğu zaman bilemeyiz.
Nefret deneyimi
Nefretten, öfkeden, hınçtan kurtulup onların yerine sevgiyi ve anlayışı koymamız gerektiğini vaaz eden eski veya yeni düşünce biçimlerinin özlü sözleri ise her mecrada sık sık karşımıza çıkıyor. O olumsuz duyguları birer araz, hata, birer hastalık belirtisi, olmaması gereken defolar sayıp sistemimizin dışına atmaya, yok saymaya çalışıyoruz. Böylece onları, dolayısıyla kendimizi ve elbette yanımız yöremizdekini, karşımızdakini de tanıyamamış, o duyguların kendisinden korktuğumuz, adeta onlardan nefret ettiğimiz için kim bilir hangi tecrübelerden bir şeyler öğrenme fırsatını da kaçırmış oluyoruz. Üstelik bu deneyim yoksunluğu bizi nefretin, öfkenin, hıncın, bizim duyduğumuz ve bize duyulan bütün o tu kaka duyguların karşısında daha savunmasız, daha kırılgan kılıyor.
Nefreti kabul etmek
Bütün bu hislerden kaçılması, onlardan utanılması, nefretten nefret edilmesi, öfkeye öfkelenilmesi, hınca hınç duyulması meselelerimizi çözmemize yardım etmiyor. Canımızı yakanı hoş görmek, kötülüğümüzü isteyeni affetmek, varlığımıza tahammül edemeyene tahammül etmek, dahası, kendimize ve hatta sevdiklerimize duyduğumuz şedit duygularla yüzleşmek her zaman harcımız değil, çünkü kolay değil. Kandırılan, aldatılan, hayal kırıklığına uğrayan, kırılan, saygı görmeyen, hak ettiğini alamayan, olduğu gibi kabul edilmek isteyip bir türlü edilmeyenler, yani sen, ben, biz, hepimiz, hıncı, öfkeyi, kızgınlığı lügatinden çıkarmalıdır, çıkarmalıyız diyebilir miyiz? Her birimiz kendimizi nefretten azade görüyoruz. Zira öyle görmek istiyoruz, geçmişten bugüne bize öğütlenenler de hep bu yönde ama nefretten arınmak önce onu kabul etmekten geçiyor. Meseleyi gerçekten konuşabilmek için başlangıç noktamız burası, yani kendimiz olmalı.
Nefretle ne yapıyoruz?
Korkmamız gerekenin duygular değil, onlarla ne yaptığımız olduğunu söyleyebilmek için ihtiyaç duydum bu uzun girizgâha. Hepimiz bir şeylere ifrit oluyoruz ama hepimiz, Willam Saroyan’ın Ödlekler Cesurdur’da dediği gibi, gidip bir kuleden insanların üzerine ateş açmıyoruz. Sadece bazılarımız başkalarını alenen aşağılıyor, çok azımız sokakta gidip bir hasmını bıçaklıyor, yine aramızdan nadiren birisi eline silah alıp bir başkasına doğrultuyor ve de çok azımız gözü döndüğünde gidip birini bir yerlerden aşağı atmaya kalkışıyor. Yani, bütün bu istenmeyen duyguların varlığı, bizi illa en kötüsünü yapmaya sevk etmiyor. Psikoloji, sosyoloji ve bilumum -lojilerin açıklamaya çalıştığı birtakım mekanizmalar devreye giriyor ve bizlerin öyle ya da böyle bir arada yaşayabilmemizi sağlıyor, ne mutlu ki.
Devletin nefreti
Tek tek bireylerin iç dünyalarında neler dönüyor olursa olsun, toplumsal olarak, en gerilimli ortamlarda dahi insanların çoğunluğunun makul davrandığını, karşısındakinin gözünü oyma güdüleriyle değil aklıselimle hareket ettiğini görüyoruz. Oysa sistemler, politikalar çoğunlukla korku, öfke, nefret gibi duyguları yönetmek ve yararlı bulduğu amaçlara doğru yönlendirmek üzere çalışıyor. Hegemonyanın billurlaşmış hali olarak devleti bizatihi bir nefret mekanizması olarak düşünebiliriz. Nefreti yaratan ve nereye yönelmesi gerektiğini manipüle eden devasa bir nefret aygıtı. Devletin vaaz ettiği yüce amaçların toplumun ortak yararına değil, iktidarların ve egemen fikirlerin, sorgulanması istenmeyen, kerameti kendinden menkul değerlerin, birtakım perdelerin ardına gizlenmiş güç ilişkilerinin ilelebet sürmesine ilişkin olduğuna şüphe yok. Nefret bu anlamda “biz”i yaratan, ötekine karşı bir arada durmamızı sağlayan kurucu bir araç haline geliyor. Bu uğurda toplumların bilmedikleri, tanımadıkları ötekilerden, haklarında ancak izin verilen fikirleri edindikleri kişi ve gruplardan nefret etmeleri sağlanıyor. Çünkü tanımak, bilmek çoğu durumda empati geliştirmemize yol açıyor ve bu durumda da nefret etmek imkânsız hale geliyor.
Böylece misal, ülkemize gelme hakkına sahip olmadığını düşündüğümüz, geldiklerinde toplumsal düzenimizi bozduğuna inandığımız mültecilerin yaşadıklarına, neden göç etmek zorunda kaldıklarına, burada hangi koşullarda var olduklarına, günlük dertlerine, çoluk çocuklarıyla, aileleriyle, komşularıyla ilişkilerine dair daha çok şey bildiğimizde onları anlamanız kolaylaşırken, onlardan nefret etmeniz imkânsızlaşıyor. Bu süreç, ötekinin de tıpkı bizim gibi etten kemikten ve de bizimle eşit haklara sahip olduğuna dair tüm işaretlerin susturulup görünmezleştirilmesi yoluyla işler hale geliyor.
Olumsuz duygular iyiye yol açar mı?
Olumsuz olduğunu düşündüğümüz nefret benzeri duygular, en az olumlu olanlar kadar yer tutar hayatımızda. Ne yapıp yapmayacağımızı, neyi sevip sevmeyeceğimizi, hangi durumda nasıl davranacağımızı belirlerler. Kime yakın, kimden uzak olacağımızı tayin ederler. Şu halde, o olumsuz duyguların, bizi en az olumlu olanlar kadar şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Üstelik, ironik şekilde, iyi saydığımız duygular kimi zaman feci sonuçlara yol açarken (Cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir lafı boşa edilmemiştir), olumsuz duyguların pek çok örnekte bizi iyiye ve güzele giden çarelere doğru ittiğini görürüz. Buraya bir mim koyalım.
Kendimizle yüzleşme, hesaplaşma ve değişim
Ve unutmayalım, dağarcığımızda nefret kaynaklı yıkıcılıklarımız, nefreti yok sayışlarımız, bizde zaten nefret hiç yokmuş gibi yapışlarımız olduğu gibi, nefret ettiğimiz hal ve durumlarla mücadele etme uğraşlarımız ve nefret ettiğimiz şeyin doğuş sebebini ortadan kaldırmak için gösterdiğimiz çabalar da var. Bunlar içinse, her şeyden önce kendimizden başlayacak bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya ve değişime hazır olmalıyız. Bu yolda dürüstlük, tevazu ve cesarete ihtiyacımız olacaktır. İnsana inanmayı önceleyen bir hümanizm, değişime inanan bir yenilikçilik ve bir tutam naiflik ve umut da hiç fena olmaz. Bunlar binlerce yıllık insanlık tarihinin, toplumsal ve fikirsel mücadelelerin sonuçlarıdır, ortak mirasımızdır. İyiyle kötüyü birbirinden ayıran, iyiye hizmet etmek ya da kötü olan için çalışmak konusunda bize kerteriz olan, sınanmış, kimi zaman yenilmiş, ama hep gözden geçirilmiş, yeniden sınanmış, yeniden yenilmiş, yine ve yeniden değişip dönüşmüş ve dönüşecek değerlerimizdir.
Türkiyeli Ermeni olmak
Kimliğimin, benliğimin farklı kabuk ve katmanları içerisinde Türkiyeli bir Ermeni olmak önemli bir yer tutuyor, ben isteyeyim ya da istemeyeyim. Ben Ermeniliğimi unutmayı arzu etsem de, bir yerlerde birileri yapıp ettikleriyle kimliğimin bu parçasını bana unutturmamak için ellerinden geleni artlarına koymuyor. Bir öteki, bir potansiyel hain, bir kılıç artığı, ikinci sınıf yurttaş ve güvenilmez bir unsur olmak ve bunlarla baş etmeye, her insanın hakkı olan huzurlu ve güvenli bir hayatı yaşamaya çalışmak kolay değil. Üstelik bir mağdur olarak mağdurluğun konforuna sığınmaktan uzak durmak, ilelebet mağdur, adeta bir profesyonel kurban ve dolayısıyla daima haklı olmak kolaycılığını reddetmek, mağduriyeti benliğimin kurucu bir parçası yapmaktan kaçınmak ve kimi anlamlarda mağdurken kimileyin de gaddar olabileceğimi unutmamak, benim için etik bir iç kılavuzken.
Tarih boyunca Ermeniler bu ağır yüklerden kurtulmak için türlü yordamlar geliştirdiler. Kimi sustu, boyun eğdi, kimi eline silah aldı, kimi göç etti, kimi de bir şeylerin değişeceğine olan inançla, birlikte yaşadığı topluluğa tuttuğu yolun yol olmadığını anlatmaya çalıştı, diyalog zemini aramaya, birlikte konuşabileceğimiz bir dili oluşturmaya gayret gösterdi dili döndüğü, aklı erdiğince. Ben bu sonuncu yolu tutmuş olanlardanım.
“Makbul öteki” rolü
Bunu yüce gönüllü olduğum için yapmadım, üstelik büsbütün iradi bir kararla yaptığım konusunda dahi emin ve iddialı değilim. Çünkü Türkiyeli Ermeni olmak demek bazı duyguların adeta yasaklanmış olması demekti benim çocukluğumda, bugün de durum çok farklı değil. Çünkü öfke, çünkü hınç, çünkü nefret, eğer siz bir avuç kalmışsanız ve şiddetle terbiye edilmişseniz, nefret nesnesi haline getirilip neredeyse insanlığın dışına itilerek güçsüz kılınmışsanız, çok tehlikeli duygulardır. Bunlar size ancak zarar verebilir. Öyleyse o duyguları bastırır, yok etmeye çalışır, kendinize mahzun melül bir makbul öteki rolü biçersiniz. Size çizilen sınırı zinhar ihlal etmez, bunu hayal dahi etmezsiniz. Bazılarının bütün o olumsuz duyguları duyma hakkı yoktur ve onlar genellikle toplumun en alt tabakasından, en çok hor görülen, en çok dışlanan kesimlerindendir. Dolayısıyla ben belki de başka çare olmadığından, bulamadığımdan, konuşmaya, diyaloga, karşılıklı anlayışa dayalı bir yolu tercih ettim ve bunda da böbürlenecek, gurur duyulacak bir şey yok.
Aras ve Agos’u kuranlar
Galiba şanslıydım, çünkü dünya üzerindeki yerini ve yönünü arayan genç bir adam olarak yolum, Türkiyeli Ermenilerin yaşadığı travmaların ve bugün uğradıkları haksızlıkların konuşulabilmesi, bunların tanınması ve sağaltılması için Ermeni olmayanlarla konuşmak üzere Aras Yayıncılık’ı ve Agos’u kuran insanlarla kesişti. Edebiyat ve kitaplar yoluyla, gazetecilikle, yazıp çizerek muratlarını anlatmaya, bugüne dek belki de kendilerinden nefret edenlerle temas etmeye ve bu temasın dönüştürücülüğüne inanan Mıgırdiç Margosyan, Yetvart ve Payline Tomasyan, Ardaşes Margosyan, Hrant Dink, Sarkis Seropyan ve arkadaşları, kendilerine yönelen nefreti, nefret ettikleri nefreti ortadan kaldırmak için, nefret etmekle, yutkunup durmakla yetinmemiş, kültür üretmeye, söz söylemeye talip olmuşlardı.
Toplumsal barış için uğraşan kurumlar
Sadece onlar değil elbette. Türkiye’de insanları birbirinden ayrı düşüren, toplum olarak iki yakamızın bir türlü bir araya gelememesine sebep olan meselelerde ter döken nice kişi ve kurum var. Yıllarca nefret ve inatla hapiste tutulduktan sonra haklı olarak “ellerinde ip olsa beni asacaklardı” sözleriyle karşıladığı, adalet adına utanç verici bir kararla cezalandırılan Osman Kavala tarafından kurulan ve sanat yoluyla toplumsal barışa katkıda bulunmayı amaçlayan Anadolu Kültür’ün Türkiye’nin dört bir yanında yapıp ettikleri unutulabilir mi?
Aras ve Agos’la aynı yıllarda, 1990’ların buhranlı ortamında kurulan Kardeş Türküler, Açık Radyo, Kalan Müzik gibi kurumlar tekçiliğe karşı farklı sesleri bir araya getirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. “Geçmiş hak ihlallerine ilişkin hakikatlerin ortaya çıkmasına, toplumsal hafızanın güçlenmesine ve bu ihlallerden etkilenenlerin adalete erişmesine katkı sağlamak hedefleriyle kurulan” Hafıza Merkezi, ortak amnezilerimize karşı hatırlama ve hatırlatma mücadelesi sürdürüyor. KAMER, Rosa Kadın Derneği, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve nice feminist yapı kadına karşı haksızlıklarla mücadele ediyor. Diyarbakır Hafızası, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA), Diyarbakır Tanıtma Kültür ve Yardımlaşma Vakfı (DİTAV) gibi kurumlar Kürt sorununun barışçıl çözümü için çareler üretiyor. Kaos GL, Pembe Hayat gibi dernekler LGBTİ+ bireylerin var olma ve eşit yaşama haklarını savunuyor. Bugünlerde kapatılmak istenen Tarlabaşı Toplum Merkezi gibi kurumlar, zor şartlarda yaşayan çocukları destekleyerek onların hayata tutunmalarını sağlıyor. Yaşlı Hakları Derneği uğradıkları ayrımcılıklar çoğumuz tarafından fark edilmeyen yaşlıların haklarını savunuyor. Yurttaşlık Derneği gibi sayısız yapı her gün nefrete maruz kalan mülteci ve sığınmacıların bir nebze de olsa rahat etmesi için çalışıp didiniyor. Ve daha nice nice örgütte, nice nice insan, sizin, bizim, komşularımızın, ötekinin, berikinin nefret ettiği, komşu olmak istemediği, toplum için bir sorun olarak gördüğü birilerinin, yani sizin, benim, ötekinin, berikinin, hepimizin hakkını hukukunu savunmak için ter döküyor.
Nefreti geriletmek için bir araya gelmek
Velhasıl nefretle mücadele, özellikle de onun yıkıcı yüzünü iyi bilen kimileri için hayatın önemli bir parçası, belki de anlamı. Bu uğurda mücadele ederek dünyayı değiştirmek isteyenler zorlu, yıpratıcı bir çabanın içindeler her zaman, bu yüzden de kurumlar, yapılar oluşturmak ve bunların devamlılığını sağlamak hayati. Çünkü beşer şaşıyor, insan mayınlı alanlarda yürürken feci yoruluyor, bazen tükeniyor ve hatta ve hatta insan ölümlü, nefret ise insan ömrünü aşıyor. Yan yana gelmek, birlikte çalışıp didinmek, dayanışmak, örgütlenmek, bir mücadele kültürünü geliştirmek ise nefreti geriletmek ve onun varlık nedenlerini ortadan kaldırmak için elzem. Türkçede “Kan kanla yıkanmaz” diyoruz, nefret de daha çok nefretle ya da onu yok sayıp havaya bakarak ıslık çalmakla değil, ancak bir araya gelip bir şeyler yapmakla yıkanıyor.
İyi Günde Kötü Günde yazı dizisi
1 - Aile: İyi günde kötü günde... / Alev Özkazanç
2 - Cezasızlık varken, bir arada yaşamak mümkün mü?
Proje hakkında"İyi Günde Kötü Günde: Bir Arada Yaşamak" podcast ve yazı serisi Hafıza Merkezi Berlin ve IPS İletişim Vakfı/bianet’in yürüttüğü bir proje kapsamında hazırlanıyor. Projenin koordinatörleri Hafıza Merkezi Berlin’den Özlem Kaya ve IPS İletişim Vakfı’ndan Öznur Subaşı, proje danışmanı Özgür Sevgi Göral, proje editörü ise Müge Karahan. "Bir arada yaşam” konusunu odağına alan seride aile, ceza, korku, nefret, yaratıcılık, ırkçılık, hafıza, yalan, antroposen ve arkadaşlık temaları ele alınacak. Bölümler on beş günde bir salı günleri yayınlanacak. |
(FY/SO/NÖ)