Olay tam olarak 18 Ekim 1690’da Konya’nın Boladlar mahallesinde geçiyor. Rahime ile başka bir kadın mahallede uluorta kavga ediyor. O sırada mahallenin imamı Abdullah Halife ve cemaat akşam namazından sonra birlikte mescitten çıkmış, yürüyor. Cemaatten birileri “İmam ve cemaat kavganızı işitmesin” diyerek araya girmeye çalışınca Rahime “İmam ve cemaate lanet, ağızlarına yesteh (dışkı) ideyim” diye cevap veriyor. İmam, Rahime’nin sorgulanması ve gereğinin yapılması için dava açıyor.
Mahkeme kayıtlarına göre davacı ve şahitler ifadelerinde Rahime’nin sözel olarak hem imam ve cemaate lanet okuduğunu hem de ağızlarına sövdüğünü belirtmiş.
17. yüzyılın sonlarında Osmanlı toplumunda küfre maruz kalan her bireyin kadı mahkemesine başvurabildiğini ve hakkını arayabildiğini öğrendiğimiz ilginç bir dava bu. Nil Tekgül Toplumsal Tarih dergisinde Rahime’nin öfkesini[1] “duyguların tarihi” çalışması çerçevesinde yeniden okuyor.
Duygu bilimi “emotionology”, duyguların nasıl oluştuğunu, nasıl ifade edildiğini, nasıl yönetildiğini ve nasıl anlaşılabileceğini araştıran bir disiplin.
Yaygın kabul görmüş bir akademik disiplin değil, daha ziyade disiplinler arası bir çalışma alanı. Bu yüzden yerleşik hipotezlere sahip olduğunu söylemek güç.
Alanda yaygın kabul gören evrensel duygu teorisine göre bazı duygular dünyanın her yerinde benzer şekilde deneyimlenir ve ifade edilir. Yaklaşıma göre bu duygular evrimsel işlevlere sahip çünkü temel hayatta kalma işlevlerine hizmet ediyorlar. Örneğin mutluluk sosyal bağlarımızı güçlendiriyor ya da korku tehlikeden kaçmamızı sağlıyor.
Bu evrensel duygular altı tane; mutluluk, korku, üzüntü, öfke, şaşkınlık ve iğrenme.
Alanın uzmanlarının bir kısmı duyguların biyolojik özelliklerini gözden kaçırmadan, toplumsal olarak inşa edildiğini ileri sürüyor. Bu yaklaşım duygu deneyimlerinin zaman ve mekân içinde değiştiği, duyguların temelde toplumsal anlayışa göre şekillendiği varsayımına dayanıyor.
Orta yolu şöyle bulalım; kimi duygular evrensel olmakla birlikte bu duyguların ne zaman ve nasıl ifade edildiği kültürel normlara bağlıdır. Duygularımız biyolojinin ve kültürün ortak eseridir. İnsan deneyimi biyokültüreldir diyelim, maksat ayağımız alışsın.
Kültürel farklılıkları denklem dışında bırakmamak lazım, duyguları nasıl deneyimlediğimizi, nasıl ifade ettiğimizi kültür şekillendirir. Bizden toplumsal olarak beklenen değerler ve sosyal normlar içinde duygularımızı yaşar ve ifade ederiz.
Hangi duygular açıkça ifade edilebilir, hangileri baskılanabilir bunları kültür belirler. Söz gelimi kimi kültürlerde mutluluk açıkça ve taşkınlıkla ifade edilebilirken kimi kültürler itidale ve sakinliğe değer verir. Bağlam biz farkında bile değilken hangi duyguların kabul edilebilir olduğunu, hangi duyguların bastırılması gerektiğini dikte eder. Beklentiye uyulmazsa sosyal dışlanma veya itibar kaybı olabilir. Bir ülkede taşkın sevinciniz, neşeniz sosyal kabul görürken duygularınızı aynı şekilde ifade etseniz dahi başka bir kültürde “delideppek” olarak nitelendirilebilirsiniz mesela.
Duygu kavramları da kültürden kültüre büyük çeşitlilik gösteriyor. Kimi kültürlerin duygu kavramları inanılmaz karmaşık. Hatta tercüme edilemez gibi duruyor. Örneğin, Çek kültüründe kişinin “intikam isteği ile harmanlanmış kişisel sefaletinden duyduğu azap hissi”ni aktaran “litost” kavramı var.
Filipincede “dayanılmaz bir şekilde tatlı olduğu için bir şeyi kucaklama veya sıkma isteği duygusu” anlamına gelen “gigil” sözcüğü var. Japoncada “birisi size talep etmediğiniz halde bir iyilik yaptıysa ve istemediğiniz bu iyilik için sizden minnettar olmanız isteniyorsa” “arigata-meiwaku” duygu kavramını kullanıyorsunuz.
Demem o ki, Rahime’nin öfkesinin tarihsel boyutu ile birlikte kültürel bir boyutu da var. O öfkenin algılanması kültüre bağlı. Öfke duygusu bir kültür içinde “olgunlaşmamış ya da kontrolü kaybetmiş” şeklinde olumsuz bir çerçevede algılanabilirken, başka bir kültürde “meşru bir öfke” olarak anlayışla karşılanabilir. Maalesef, o dönemki kayıtlarda Rahime’ye ceza verilip verilmediğini, verildiyse ne verildiğini bulamadığımız için davanın sonucunu bilmiyoruz.
Duygularımızı ifade etme şekilleri üzerine düşünürken mutluluk denilince, elbette son derece öznel bir şey söylediğimin farkındayım, aklıma ilk neşe geldiğini fark ettim. Galiba mutluluk benim için en çok gülmek demek, neşe demek.
Taşkın bir insan olduğumdan mutlu olunca sadece gülümsemekle yetinemiyorum genelde, illa kahkaha atmam, kendimi sağa sola devirmem gerekiyor. İşin aslı, ifade biçimi açısından bizim kültür biraz samimiyet buhranı geçirmeye meyilli. Sevinince, neşelenince bedenimizi de işin içine katarız muhakkak. Ne bileyim ellerimizi çırparız, kollarımızı kaldırırız, çak bi’beşlik falan yaparız.
Ortada kutlanacak bir şey yokken, sözgelimi yolda rastgele karşılaştığımızda bile karşımızdaki ile kucaklaşmadan, el sıkışmadan veya yanağından öpmeden bırakmaz, neşe anında sıcak temastan hiç çekinmeyiz. Karşımızdakini kabasından yakalayıp havaya kaldırmak, orasına burasına yumruklar atmak, dizine, göğsüne vurmak gibi dışardan hangi duygunun ifadesi olduğu bazen çok da kolay anlaşılmayan hareketler yaparız.
Peki ya öfke! Kültürel olarak öfke bastırılması ya da saklanması gereken bir duygu değil. Hatta belki en açıkça ve en iddialı biçimde ifade edebildiğimiz duygu olabilir. Yine bireysel özelliklere, bağlama ve sosyal normlara göre değişkenlik göstermekle birlikte bağırmaya, oraya buraya vurmaya, ilgisiz nesnelere yumruk atmaya, kapıları çarpmaya hatta öfke duyulana fiziksel saldırıda bulunmaya kadar gider ifade biçimleri. Evrimsel açıdan öfkemizi yönetmekte saygın bir noktada olduğumuzu düşünmek biraz zor sanki. Daha yolumuz var diyelim, kendimize daha fazla yüklenmeyelim.
Rahime’nin öfkesinden söz ettim başlarken. Sinem’in neşesi ile bağlamaya çalışayım mevzuyu.
31 Mart seçimlerinde yetmişi aşkın yerde kadın belediye başkanı seçildi biliyorsunuz. Parti ayrımı gözetmeksizin kadınların siyasete başka bir anlayış, başka bir hava getireceği umudu içindeyim. Duygularını ifade etmede daha özgür olmasalar bile kesinlikle daha mahir olduklarını düşündüğümden siyasette kadınların artan varlığı önemli.
Siyasi apatinin kıyısından döndüğümüz apaçık ortada, yeni dönemde kadınların özlemini çektiğimiz neşeyi getireceğini umut ediyorum. Duygular, insan davranışları üzerinde derin etkilere sahip. Toplumsal güç ortak duygudan ve ortak davranıştan doğar. Ne hissettiğimize bağlı olarak neleri mümkün kılabileceğimizi düşünmek heyecan verici.
Üsküdar belediye başkanı seçilen Sinem Dedetaş’ın medyadan takip edebildiğim sakin mutluluğu çok hoş mesela. Alışageldiğimiz diş görünmeyen, bıyıklı siyaset kalıplarından uzak, gülümseyen, gülen, neşe içindeki fotoğrafları bende geleceğe dair mutluluk hissi yaratıyor. Sakin ve güven veren bir neşe mümkünmüş diyorum her seferinde. Sıcak bir yaz günü öğleden sonra birdenbire çıkıp evdeki herkesi ferahlatan bir yaz esintisi gibi bir neşe.
Duygular bulaşıcıdır. Bağlılık, karşılıklılık ve dayanışmanın en önemli parçalarından biri neşe. İşte tam olarak bu yüzden *Mario Benedetti’nin o güzel şiirindeki gibi “neşeyi bir bayrak gibi savunmak gerek”. Çünkü sadece böyle hayatta kalabiliriz.
Duyguların ne ifradı makbul ne de tefridi derler. Ama her zaman itidali yakalamak zor. Hissettiğimiz duygudan başlayabilir yeni bir dünya. Sinem’in neşesi de uyar, Rahime’nin öfkesi de…
(AA/EMK)
[1] TEKGÜL, Nil (2024). “Artık Rahime’nin Öfkesi de Tarihin Konusu”. Toplumsal Tarih Dergisi. Ocak.30-34