Geçtiğimiz haftalarda edebiyat dünyamız, bir öykücümüzün bazı öykülerinin başka bir öykücü tarafından intihal edildiği suçlamasıyla çalkalandı. O konu benim nazarımda, intihalin söz konusu olmadığı, sadece ortak konuların işlenmesinin intihal suçlamasında bulunan yazar tarafından intihal gibi değerlendirildiği sonucuna ulaşarak kapandı. Suçlanan yazar söz konusu öykülerin bir kısmının, suçlayan yazarın öykülerinden önce yazıldığını ve yayımlandığını ispat ederek konuyu neticelendirdi. Ama bugün bu konu üzerinde değil, bu konuyla ilişkili başla bir konu üzerinde duracağım.
Geçen haftaki intihal tartışması başka bir tartışmayı alevlendirdi. Kimilerine göre bu tartışma kaçınılmazdı, çünkü artık öyküler tek tipleşmişti, aynı konular yazılıyordu. Bu konudaki en kapsamlı yazıyı Edebiyat Haber sitesinde Metin Celal yazdı. “Bütün öyküler birbirine benzemiyor mu?” başlıklı yazısında özetle, “Bu tek tipleşmenin günümüz öykücülüğünün çıkmazı olduğunu, öykü yazarlarımızın çoğunun belirli bir ortalamayı tutturduğunu ve “yayımlanabilecek” öyküler yazdığını ama farklılaşamadığını, son dönemde yazılan bütün öykülerin birbirine benzediğini ve hep birlikte öykümüzü vasata çektiğini” söyledi. Genelde yazılan son dönem öykülerin şehirli, orta sınıf kişilerin bireysel öyküleri olduğunu, daha çok bu insanların iç sıkıntıları, yabancılaşma, karşılıklı anlayışsızlık, yaşam şartlarının getirdiği zorlukların öykülerde ele alındığını, riskli konulara girilmediği, hatta birçok öyküde öykü kahramanlarının, mekânların bile benzer olduğunu belirtti. Son olarak öykücülüğümüz açısından bir kriz olduğunu, günümüz öykücülerinden “fark yaratanların” geleceğe kalacağını vurgulayarak öyküye yenilikçi bakışları, dünyayı farklı yorumlayışları, yeni yazış biçimleri ve öncü dil anlayışları olanların gerçek öykücüler olarak edebiyatımızda yer edineceğini söyledi.
Daha çok öykücü kimliğiyle ön planda olan yazar Ahmet Büke Twitter hesabından bu tartışmalara katıldı ve problemin başka bir boyutunu dile getirdi. “Edebiyattan hikâyeyi kovarsanız geriye dik duramayan boş bir çuval kalır. Bugün edebiyatın krizi, artık okurunun yazan ya da yazmayı düşünen insanlardan oluşması. Sadece edebiyat zevki için bu dünyaya tutkun “düz” okuru boğduk, vazgeçirdik. İçini dökmek, varoluşsal krizleri metne boca etmekle sınırlı bir edebiyat ile buraya kadar. Hikâye için çok çalışmak ama aynı zamanda görmeyi ve dinlemeyi bilmek de gerek. Hayata büyük anlatılar, edebiyata da hikâyeler geri dönecek” diyerek sorunun sadece tek tipleşme olmadığını, öyküden hikâyenin (anlatının) çıkarılmasının, bunun yerine konusuz öyküler yazılmasının asıl sorun olduğunu iddia etti.
Sosyal medya üzerinde de benzer eleştiriler çok yoğun ve sert bir şekilde dile getirildi. Atölyeler suçlandı. Atölyelerin bu tek tipleşmenin en büyük sorumlusu olduğu iddia edildi. Zaman zaman bu eleştiriler dozunu aşarak hakarete varan boyutlara ulaştı, iş son dönem öykücülerimizin topunun beş para etmez olduğuna kadar vardı. Hazır fırsat gelmişken sadece öykücülere değil bizzat öykünün kendisine de hakaret edildi. Roman yazamayanların öykü yazdığı, şiir yazacak kadar cesur olmayanların korkaklıktan öykücü oldukları, öykünün zaten korkakların işi olduğu söylendi.
Bütün bunlar olurken öykücülerden de tepkiler gelmeye başladı. Haklı olarak, genelleme yapılmak suretiyle tüm öykücülerin emeğine saygısızlık yapıldığı, tek tipleşme suçlamasının illa da yapılacaksa kişiselleştirilmesi gerektiği söylendi.
Yaklaşık son on yıldır öyküyle uğraşan ve yayımlanmış ve yayımlanmak üzere olan birer öykü kitabı bulunan bir yazı emekçisi olarak bunca iddia ve suçlama karşısında birkaç söz söyleme hakkım olduğunu düşünüyorum. Bir savunma yapmak amacıyla değil, daha çok tartışmaya küçük de olsa bir katkı sağlama amacıyla yazıyorum.
Öncelikle “öykümüzün tek tipleştiği, bunun sebebinin de tüm öykülerde aynı ortak konuların işlendiği” iddiasının tam olarak doğru bir iddia olmadığını düşünüyorum. Tam olarak katılmıyorum dememin sebebi, iddianın ilk kısmı olan ‘öykümüzün tek tipleştiği’ iddiasına büyük oranda hak veriyorum ama buna sebep olan şeyin tüm öykülerde ortak konuların işlenmesi olduğunu düşünmüyorum. Öykülerimizi tek tipleştiren şeyin konudan daha çok teknik ve üslup olduğuna inanıyorum. Öykülerde ortak olarak ayrımcılık, şehirli insanın bunalımları, bozkır özlemi, taşranın iç karartıcı tek düzeliği gibi konuların işlenmesi değil sorun. Nihayetinde dünya edebiyatında da konular ortak ve benzer.
Dostoyevski Raskolnikov’a yaşlı bir kadını öldürttüğü ve sonradan ağır vicdan azabı hissettiği için, bir daha hiçbir yazar kahramanına yaşlı bir kadın öldürtmemeli ve vicdan azabı yaşatmamalı mıdır? Werther aşk nedeniyle intihar etti diye bir daha hiçbir umutsuz âşık intihar etmemeli midir? Adalet Ağaoğlu akademisyen bir kadını varoluşsal problemleri nedeniyle bir otel odasında ölmeye yatırdığı için bir daha şehirli hiçbir akademisyen kadın ölmeye yatmamalı mıdır? Bu listeyi uzatabiliriz elbette. Ama Âdem’in evlatlarından Kabil, aynı kıza âşık olan kardeşi Habil’i öldürdüğünden bugüne ve son insana kadar, aşk, aşk nedeniyle kıskançlık, aynı kadına âşık olma, bu kadın yüzünden rakibini öldürme, Âdem’in evlat acısı, Havva’nın katil olsa bile oğlunu sevmeye devam etmesi, insanın kendisinden farklı güçlere sahip olduğunu düşündüğü bir tanrıya inanması ve ona adak adaması gibi konular dünya edebiyatında ve edebiyatımızda yer almaya devam edecektir.
Edebiyat insanlığın sonuna kadar aynı konuları işlemeye zorunluysa ve devam edecekse o zaman farkı belirleyen şey işlenen konu olmamalı. Farkı belirleyen şey üslup ve teknik olmalı. Kendi adıma söyleyebilirim ki, yerli ve yabancı edebiyatta bazı yazarlar vardır ki, keşke yazsalar da ne yazarlarsa yazsınlar fark etmez, yeter ki yazsınlar diyeceğim kadar okumaktan keyif alıyorum. Keşke diyorum Faulkner, Dostoyevski, Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar bugün hayatta olsalar da kendilerine ait teknik ve üsluplarıyla buzdolabı üzerine yapıştırılacak bir not kadarcık bir şeyler yazsalar da okusak. Hatırlarsanız Gabriel Garcia Marquez’in gazetecilik yaptığı gençlik yıllarında sporcularla yaptığı son derece sıradan röportajların bile edebi tadı tarif edilemez. Bu nedenle bir öykücüyü ön plana çıkaran, yazdıklarını okurken ağızlarımızda tat bırakan şeyin tam olarak ne anlattığı değil de nasıl anlattığı olduğuna inanıyorum.
Bunu söylerken “öykücü öyküsünde bir şeyler anlatmasa da olur, sadece güzel bir üslup ve teknikle yazsın” demek istemiyorum. Bu anlamda Ahmet Büke’nin söylediklerine de katılıyorum. Öykücü öyküsünde mutlaka bir hikâye anlatmalı bize. Bu hikâyenin bilinmedik bir hikâye olması şart değil, ama bir hikâyesi olmalı öykünün. İşte öykücü bu hikâyeyi anlatırken bize de “bir hikâye bu kadar mı güzel anlatılır” dedirtmeli. Hatta bir sonraki aşamada “bu hikâyeyi böyle ancak bu öykücü anlatabilir ve ancak böyle yazılır” dedirtebilmeli.
Son olarak “tek tipleşme iddiası” hakkında çok da dile getirilmemiş bir sorumluyu tartışmaya açmak istiyorum. Öykücülüğümüzdeki ödül sisteminin tek tipleşmeye bir katkısı olup olmadığının tartışılması gerekir. Sonuç itibariyle genç öykücüler ya da benim gibi genç olmasa da öyküye yeni başlayanlar için ödül almış öyküler veya öykü kitapları referans olabilmektedir. Muteber bir organizasyon tarafından bir öykü kitabına verilen ödül, jürinin kabaca o kitabı diğer kitaplardan diğerlerinden daha farklı ve iyi bulduğunun işaretidir. Eğer ödüller genelde mevzubahis olan “tek tip konulu, teknikli, üsluplu” öykülerin olduğu kitaplara gidiyorsa, işte o zaman yeni öykücülerin de böyle “tek tip” konulara, tekniklere ve üsluplara kaymaları kaçınılmazdır. Böyle bir şey iddia etmiyorum ama sadece bir soru olarak buraya bırakıyorum.
Metin Celal’in yazısının son kısmında belirtildiği gibi, ilk insandan bu yana hep aynı konuları anlatsalar bile “öykücülerimizden geleceğe sadece fark yaratanlar, yenilikçi bakışı olanlar, dünyayı farklı yorumlayanlar, yeni yazış biçimleri ve öncü dil anlayışları olanlar kalacak”. Bu nedenle tek tip yazanlar, taklit edenler, üslubu olmayanlar kaybolup gidecekler.
Başlıktaki “Ne Olacak Bu Öykücülerin Hali?” sorusuna gelince. Üzmeyelim öykücüleri, çok güzel öyküler yazılıyor halen. Zaten kötü yazanlar, üslubu olmayanlar, anlatacak bir hikâyesi olmayanlar geleceğe kalamayacak, kendileri üzülecek. İyi yazanları da bırakalım kendi hallerine, yazmaya devam etsinler, biz üzmeyelim… (AK/AS)