Elli yaşında ama yazmaya yeni başlamış biri olarak ne kendime genç ne de yazar diyecek haldeyim. Gençliğin ve yazı yazmanın ruha ayrı ayrı olarak insanın ayağını yerden kesebilecek bir coşku ve havalanma verebileceğini az çok bilebilecek yaşlara eriştim.
Ben yazmaya başladığımda Dostoyevski, Tolstoy, Goethe, Joyce, Faulkner sadece yazmayı bırakmamış, telif haklarının anonimleşmesinin üzerinden bile yıllar geçmişti. Bir sohbetlerinde Seray Şahiner’e Vedat Türkali’nin söylediği gibi, "ben de kendilerinden sonra yazmanın neredeyse mümkün olmadığı, yazmanın sınırlarını insan gücünü aşan noktalara getiren bu devasa yazarlardan sonra yazmanın ancak cahil cesaretiyle olabileceğinin bilinciyle" yazmaya başladım.
Beş yüz baskıyla yayımlanan ilk kitabımın satılmayan nüshaları hâlâ Ankara Ostim’de bir matbaanın deposundaki kolilerde tozlanırken ve Suç ve Ceza, Ulysses, Ses ve Öfke bilmem kaç milyonunca baskılarıyla şehirlerin en afili kitap evlerinde kapış kapış satılırken insanın kendini yazar olarak hissetmesinin gerçekten komik olduğuna inanıyorum.
Bir de insan soyunun en acınası dönemlerinden biri olan gençliğin başa bela bir şey olduğuna inanıyorum.
Gençlik, kuyumcu terazilerinde tartılması gereken yaşamı, insan ilişkilerini, duyguları kömürcü kantarında tartacak kadar özgüvenli, keskin ve hoyrat bir dönemidir yaşamın.
Gencin o işlek zekâsı, nobran acullüğü, hüküm verirken, söz söylerken, hatta merhaba bile derken kırar geçer ortalığı. Neye inanırsa inansın karşısında durulamaz yürekten inanmış bir gencin.
O yüzden tüm devrimler gençlerle yapılır. Her şeyi kendi bildiğine göre kesip doğrarken bazen hançerinin ucu, yanı başındaki dosta değer de o genç insan “bu kadar yakınımda durmasaydı o zaman, devrim için akan kan dost kanı da olsa helaldir” der.
Pazulara yürüyen güç, nasırlanan yumruklar, bacakların çevikliği ve ışıl ışıl parıldayan zihin insana Herakles olduğu yanılsaması hissettirir. Alt edilemez, yenilemez, geçilemez, ondan daha iyi yazılamaz, konuşulamaz sanrısı verir. Bu sanrı kendisini Dostoyevski’den daha iyi bir yazar, Kierkegaard’dan daha iyi bir filozof, Edip Cansever’den daha iyi bir şair zannetmesine sebep olur.
Genç yazar da bu zan üzerine kendini ve çevresini konumlandırdığında da felaketler başlar. Ahkâm kesmeler –racon da diyebiliriz rahatlıkla buna- hüküm vermeler, beğenmemeler, ayar vermeler, olmayan kıymetinin anlaşılmamasına karşı küsmeler ya da öfke nöbetleri alır başını yürür. Ona gösterilen nezaket ve zarafeti ve eziklik, iltifatı da hadsizlik olarak algılar.
Hasbelkader yaptığı güzel bir şey takdir edilse, “sen kim oluyorsun da beni takdir ediyorsun, anlamaktan bile acizsin bre gafil” küstahlığına dönüşür. O kadar kısadır ki kendini gösterebilmek için zıplar. O kadar uzun olduğu için ancak eğilerek kendisini gösteren gerçek büyüklerle aynı kareye girmiş olmayı onlarla eşitlenme sayar. Zordur genç yazarın durumu.
Hele bir de olur ya iyi kötü bir edebiyat ödülü filan almışsa, artık yürüyen bir Tanrı olarak hisseder kendini. Everest’i olmasa bile iki bin beş yüz rakımın altındaki dağları kendi yaratmış gibi hisseder. Hafazanallah patlamış bir volkan gibi yanına yaklaşanlar lavlarında yanar.
Elbette ki, kibri sadece genç yazara yüklemek büyük bir haksızlık olur. Başarılı olduğu halde toprak kadar mütevazı genç yazarları yakından tanıdığım gibi, başarılı olmadığı halde Hemingway pozlarıyla gezen yaşlı yazarları da gördüm. Ama daha çok istisna oldu bu gördüklerim. Bu işin insanın mayasından gittiğine inanıyorum çünkü.
Yazmanın ve okunmanın insanda nasıl bir büyüklük yanılsamasına sebep olduğunu gerçekten anlayamıyorum.
Çünkü yazmak başlı başına insanın kendini tanımasına, sınırlarının ne kadar dar, yaşamın ne kadar büyük olduğunu, karınca olduğu halde fil adımlarıyla yürümeye çalışmanın boş bir çaba olduğunu anlamasına yarayan bir eylemken, insanı alçak gönüllü kılması gereken bu işin tam tersine kibirli bir insana dönüştürmesine gerçekten anlam veremiyorum.
Diyebilirsiniz ki ünlü olmanın doğasında olan bir şey bu, tanınır ve bilinir olmak bir süre sonra başını döndürebilir insanın. “Bu kadar insanın hakkımda yanılıyor olması mümkün değil, gerçekten bende olağanüstü bir şeyler var mutlaka” diye düşünebilir belki insan.
Hele ki genç bir yazarın bu şehvetli ilgiye dayanması çok zor olabilir. Ama ben ne olursa olsun, dünyanın en gösterişsiz işinin yazarlık olduğunu düşünüyorum. Genç yazarlarda daha da sakil duran bu kibri hiçbir yazara yakıştıramıyorum.
Bütün bunları yazmama sebep genç ve ödüllü bir yazarla olan kısa temasımızdaki anlamadığım kibri ve öfkesi oldu. Öncesinde de genç yazarlarla buna benzer tecrübeler yaşadım. Sosyal medyadan ayar verenler mi dersiniz, ipi kırıp hakaret edenler mi, türlü türlü kabalıklar gördüm.
Yaşlı, az okunan, ödülsüz bir yazı emekçisi olarak bu yazı da böyle bir sitemim olsun. Diyeceğim odur ki, yazmak insanı alçak gönüllü kılmıyorsa, tam tersine kibrini artırıyorsa yazmayı bırakmalı o kişi.
Son sözüm, bütün genç, yaşlı, ödüllü, ödülsüz ama yazmanın onları kibirden uzaklaştırıp mütevazılaştırdığı yazarlara selam olsun.
(AK/EMK)