Bitmekte olan bu yıl ülkemizde belki de son yüzyılın en büyük felaketini içinde barındırması gibi kötü bir şöhretle anılacak yüzyıllar boyunca. 6 Şubat sabahına bir kısmımız kahvaltı masalarında çaylarımızı yudumlayıp ülkenin güney doğusunda gerçekleşen çok büyük bir deprem haberini izleyerek başlarken, bir kısmımız ya hiç başlayamadı ya da eksi yirmi derece soğukta, tipi şeklinde kar yağarken enkaz altında hayatta kalmaya çalışarak başladı. Devletin reaksiyon vermesi günler aldı, verdiği reaksiyon çok yetersiz kaldı. Devlet enkaz altında kaldı.
Ülkenin aydın insanları, yazarları da akıllarda uzun süre kalacak kötü bir imtihan verdi depremin ilk günlerinde. Deprem üzerinden henüz dört gün geçmişken, enkaz altında on binlerce insan varken, acılar çok tazeyken, Gazete Oksijen'de “Edebiyatçılar depreme dair en çarpıcı kareleri yazdı. Fotoğrafların dili yoktur, konuşamazlar. Ama istedik ki bu kez sesleri duyulsun. Sözü işin üstatlarına bıraktık, depreme dair en çarpıcı kareleri Ayfer Tunç, Buket Uzuner, Tuna Kiremitçi, Aslı Perker, Nedim Gürsel, İsmail Güzelsoy ve Seray Şahiner kaleme aldı” anonsuyla bir yazı dizisi başladı. Bu yazı dizisi edebiyat çevrelerinde büyük bir tepkiye neden oldu.
Ben de o günlerde bianet'te “Cenazeler Kaldırılmadan Edebiyat Yapılır mı?” başlıklı bir yazı kaleme almış ve o yazıyı şöyle bitirmiştim: "Felaket dönemlerinde edebiyata ve sanata düşen asıl görev, kasten ya da ihmalleri nedeniyle felaket ve/veya zulme sebep olan odaklara karşı bedeli ne olursa olsun bir tutum almaktır. Fildişi kulelerden, acılı insanların “edebiyatını yapmak” yerine, ölümü, hapsi göze alarak acıya, zulme sebep olanlara karşı yazarak tutum almaktır. Bu mümkün olmuyorsa edebiyat yapmak yerine yaralı insana bir bardak su vermek yapılacak işlerin en iyisidir. Eğer bu da mümkün olmuyorsa, en azından cenazeler kaldırılana kadar susmak gerekir."
Ankara'da yaşayan, siyasi nedenlerle uzun yıllar cezaevinde tutulan, cezaevinde mesane kanseri olan yazar Umut Şener tam da yazımda belirttiğim şeyi yaptı. Depremin ilk günlerinden itibaren mesane kanseri nedeniyle zorunlu olarak karnının üzerinde duran protez idrar torbasıyla oralarda nasıl idare edebilirim diye düşünmeden bir grup arkadaşıyla birlikte Ankara'dan deprem bölgesine gitti. Çünkü Umut -Ankara Cebeci'deki Figen pastanesinde dereotlu poğaça veya dökme profiterol etrafında başlayan dostluğumuza dayanarak izni olursa ismiyle hitap edeceğim Umut Şener'e- dayanışmanın gücüne inanıyordu. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano'nun inandığı gibi, hayır işlerinin, hayırseverliğin yukarıdan aşağıya olan kibirli tutumunun değil, dayanışmanın saygı temelli yataylığının daha doğru ve insani olduğunu biliyordu. Bir yazar olmasına rağmen, o günlerde yapılması gerekenin acıyı yazmak değil, dayanışmayla azaltmak olduğunun bilincindeydi.
Ankara, Hatay, Malatya, Adıyaman arasında mekik dokuyarak, çadırlarda kalan bebeklere, yaşlılara, kadınlara, bizzat acının kendisi olmuş çaresiz ve kırık kalpli erkeklere bir bardak su, bir lokma ekmek, mama, hijyen malzemesi ulaştırabilmek için kendi sağlığını tehlikeye atma pahasına çırpınıp durdu. O günlerde Hatay'dan beni de aramıştı telefonla. Bir çocuk hekimi olarak özel beslenme sorunları olan bir bebeğe en uygun mamayı önermem için benden yardım istemişti. Bir taraftan dayanışmayla acıyı azaltmaya çabalarken diğer taraftan da yazarlığı onu her şeyi gözlemlemeye, zihnine kazımaya yöneltmişti. Depremin yaraları kısmen kabuk bağladıktan, en azından cenazeler kaldırıldıktan sonra Ankara'ya döndüğünde bu acıyı belgeleme, tarihe not düşme, ihmalleriyle ve kasıtlarıyla on binlerce insanın ölümüne sebep olanlara bir hesap sorma niyetiyle orada yaşadıklarını kitaplaştırdı.
Umut Şener'in "6 Şubat Notları -Sana Dair" isimli kitabı Kasım ayında "Sınırsız Kitap" tarafından yayımlandı. Kitapta edebiyat yapılmıyor, acı pornolaştırılmıyor, yazar hiç bir şeyi gözümüze sokmuyor, umutsuzluk pompalanmıyordu. Sevgili Umut Şener kitabında edebiyat yapmıyor dedim ancak, yazdığı metinlerin de son derece güzel bir dille yazılmış edebi metinler olduğunu söylemezsem edebiyata haksızlık olur bu.
“Kalemim taraftır ve ezilen ve sömürülenin tarafındadır” diye başlayan kitabın ilk bölümlerinde Umut Şener depremi öğreniş ve gidiş sürecini anlattıktan sonra orada yaşadığı, şahit olduğu olayları aktarıyor bizlere. Ölmüş olan ve gövdeden aşağısı enkaz altında kalan bir kadınının çaresiz kocasının kurtarma ekiplerine “en azından gövdeden yukarısını kesin verin bana, o benim cenazem” diye haykırışını, market sahibi muhtar ve oğlunun gelen yardım malzemelerine el koyup marketlerine koyuşunu, 8 Mart Kadınlar Gününü bir çadırda depremzede kadınlarla kutlayışlarını, öncesinde kadınlara verilen cımbız, ayna, ağda gibi kişisel bakım ürünlerini kullandıktan sonra “depremden sonra ilk kez kadın gibi hissettik, kadınlığımızı unutmuştuk,” deyişlerini, konteynır koyabilmek için bir evin tüm hatıralarını barındıran portakal ağacının kesilmesinden sonra bir teyzenin hastalanıp yatağa düşüşünü, ipek eşarpların öyküsünü, Yaşmaklı tütününü, bu coğrafyada ölüm için onca sebep varken ölmeden beş yaşına ulaşabilen çocukların bu yaş günlerinin kutlanışını, çocukları, kedi mamasını torunlarına götüren ninenin çaresizliğini aktarıyor bizlere.
Kitabın ikinci bölümünde Umut Şener’in dayanışmanın içindeki deprem gönüllüleriyle yaptığı röportajlar var. Ankara’da yaşayan bir Malatyalı olan Nihal Tanbay “Her gül kendi dalında büyür” diyerek deprem sonrası Malatyasını anlatıyor. Edip Cansever’den alıntıladığı şiirle, “O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar/Nazilli kokardı,” diyerek, değil istasyonların artık uzun bir süre Malatya’nın bile depremden önceki Malatya gibi kokamayacağını söylüyor. Çocuk afet ve rehabilitasyon gönüllüsü Heval depremin bir başka yaralayan boyutuna, depremi yaşayan ve zaten acıları büyük olan Suriyeli çocukların uğradıkları ayrımcılığa, suiistimale ve hatta tacize dikkat çekiyor. Bölgede yaşayan yerel bir gazeteci olan Medine Mamedoğlu ise bölgedeki muhalif gazetecilere ve özellikle Kürt gazetecilere olan baskıları bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.
Umut Şener kitabında felaketi, acıyı çok güzel yansıtmasına rağmen okuyucuyu ümitsizliğe, çaresizliğe, edilgen bir öfkeye itmiyor. Acıların, yıkımın, çaresizliğin ancak dayanışmayla, örgütlenmeye, dirençle aşılabileceğini söyleyerek umut ve cesaret veriyor herkese. Hatay’da çektiği bir duvar yazısının fotoğrafıyla bitiriyor kitabını: “Bugünlerden geriye bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar için direnenler.” (AK/AS)