Anadili sözcüğü nedense bana hep sihirli gelmiştir. Çok sevdiğim iki şeyi aynı anda anlattığı için midir bilmem; ana, dil ve anadili.
54 yıllık hayatımda annemle ve ağırlıklı olarak annemden bana aktarılan anadilimle sürekli, yoğun ve derinlemesine bir ilişkim oldu. Annemle sahip olduğum yoğun ve derinlemesine ilişkinin sebebi ondan öğrendiğim Lazcaydı. Annem beni Lazcaya daha çok bağlıyordu ve Lazcadan dolayı anneme daha çok bağlanıyordum.
Hiçbir zaman ikisini birbirinden ayıramadım. Annem, anadilimin vücut bulmuş haliydi. Bu yüzden, bir yönüyle doğru bir ifade olmakla birlikte -Dil bir iletişim aracıdır.- cümlesi bana hep yavan gelmiştir.
Ama daha çok duygusuz ya da olabildiğince samimiyetten uzak.
Oysa Lazcayı, sadece birileri ile anlaşmamı sağlayan bir araç olarak görmedim.
Bildim bileli Lazca benim için bir sevgi diliydi yani “gurişi nena”.
Anonimleşmiş bir söz vardır Lazcada “Lazuri nena, gurişi nekna” yani Lazca yüreğimin kapısı.
Bu yüzden de;
Lazca ne işine yaracak?
Lazca konuşup da ne olacak?
Lazca için neden bu kadar uğraşıyorsun? gibi laflar hiçbir zaman bende anlamlı olamadı.
Ortaokula ilk başladığım günlerde “Neden Lazca konuşmuyorsun? diye sorduğum bir çocuk “Lazca konuşmak ayıptır.” demişti.
Böyle bir sözü hayatımda ilk kez duyuyordum ve elbette çok şaşırmıştım ama bu söz aynı zamanda Lazcaya karşı farkındalığımı başlatan bir kıvılcım olmuştu.
Lazca konuşmak nasıl ayıp olabilirdi!
Bir başka dil değil ama özellikle Lazca konuşmak ayıptı.
Akıl alır şey değil.
Spikerler değil ama sevdiğim insanlar Lazca konuşuyordu; babaannem, annem, babam, kardeşlerim, komşularım, arkadaşlarım, o zamana kadar tanıdığım herkes.
Bu kadar çok insan Lazca konuşup da ayıp mı ediyordu?
Annem (Xalitipxe Ayşe), 1934 yılında Rize’nin Pazar (Atina) ilçesine bağlı Msuleti Köyü’nde doğdu. Denizi uzaktan kuş bakışı gören, dağın yamacına yaslanmış kadim bir Laz köyüdür Msuleti. 1960’ların başında köyün adı Dağdibi olarak değiştirilse de bizim dilimizde hep Msuleti olarak kalmıştır.
“Cami hocası sabahtan Türkçe, öğleden sonra Kur’an okumayı öğretirdi” diye anlatırdı 1940’ların eğitim hayatını. Türkçe ile ilk kez karşılaşan çocukların yaşadığı sıkıntılar, dil sürçmeleri ise güldüren hatıralarındandı. Üç yıl süren okul serüveni sayesinde az da olsa Türkçe okuma yazma becerisi edinmişti. Ama, okumamak onun tercihi olmasa da hayatında hiç gazete okumamıştı. Doğu Karadeniz’in bir köyünde nefes almanın insan üstü çaba gerektirdiği bir coğrafyada beş çocuk büyütmüştü.
Her yana mısır, lahana ve fasulyenin ekildiği, herkesin kendi ekip kendi giysisini diktiği, ortaçağdan kalma geleneksel inanç ve alışkanlıkların sosyal yaşamı biçimlendirdiği bir dönemin içine doğmuştu Ayşe. Henüz araba yolları yeni yeni açılmaya başlanmıştır, ancak ortada arabanın kendisi yoktur. Çarşıda satılabilen tek şey odun kömürüdür. Onlarca insan gün ağarmadan Atina çarşı yoluna dizilir, ayaklar çıplak. Ancak çarşıya çıplak ayakla girmeyi belediye yasaklamıştır. Çarığı olan çarşıya girer, yükünü bırakır, geri dönüp çarığını komşusuna verir.
Zaman ilerledikçe her alanda değişimler görülür. Mısır tarımından çay tarımına geçiş dönemidir. Mısır ekilen bahçeler, ormanlıklar, dikenlikler beden gücü ile çay bahçelerine dönüştürülür. Annem, ailemizin sahip olduğu tüm çaylık alanları (babamla birlikte) açan kişidir ve bu arada beş çocuğun karnını doyurmak için çok sayıda inek beslemiştir.
Türkiye’deki milyonlarca insan gibi zaman annemi de İstanbul’a getirir. Artık hayatında ne babam, ne bahçe işleri ne de doyurması gereken inekleri ve çocukları vardır. Bu da birlikte geçireceğimiz uzun zamanların başlangıcıdır.
Artık hiçbir sınırlama olmadan uzun uzun sohbet edebiliyorduk. Çoğu zaman kendi hayatını anlatıyordu, ayrıntısıyla... Oysa köydeyken hiç hayat hikayesi anlattığını hatırlamam.
Annem anlatıyor, ben yazıyordum. Önceleri gereksiz bulsa da bu yöntem hoşuna gitmeye başlamıştı. Karşısında anlattıklarını önemseyen biri vardı. Demek ki bunlar çok değerliydi ki, oğlu tarafından bir deftere yazılıyordu. Bu bizim hayatımız olmuştu. Oğlu için önemli olan, değerli olan bir şey, anne için şüphesiz çok çok değerli oluyordu.
Sohbetler zorlamasız Lazcaydı. Bütün hikâyeleri Lazca anlatıyordu. O zamana kadar onun ağzından hiç duymadığım şarkılar, şiirler, destanlar, masallar, hikâyeler, Lazca kelimeler, cümleler, ata sözleri, deyimler ve kimsenin repertuvarında yer almayan Lazca şarkıları bu dönemde annemden duymaya başladım.
Bu kadın şarkı söyler miydi, masal bilir miydi, hikâye anlatır mıydı, hiç bilmezdim. Bir insanın nasıl böyle bir hafızası olabilir! Dahası, bu kadar çok şeyi bunca zaman kimseye anlatmadan nasıl saklayabilir?
“Denizde Karartı Var” (İgzalina igzali) şarkısını annemden duydum ilk kez ve bu şarkı 2004 yılında Kâzım Koyuncu’nun “Hayde” albümüne girdi. Bu ve bunun gibi Lazca destan formundaki pek çok şarkı kayıtlarda yer aldı.
Artık konuşmalarını planlamaya başlamıştı. Ben eve girer girmez anlatmaya başlamasından neler konuşacağını önceden hesapladığını anlayabiliyordum. Bir önceki akşam konumuz masalsa bir sonraki akşam hafızasını yoklamış, anlatacağı masalları kafasında sıraya dizmiş oluyordu. Kimi zaman “Bunu anlattım mı” diye sorar, cevabıma göre anlatırdı. Bazen de, “Bunu daha önce anlattım” deyip başka bir konuya geçerdi.
İş gittikçe daha profesyonel bir hale dönüştü. Ben büyük boy ve kalınca bir defter ve iyi bir kalemi evde hazırda tutuyordum. Çoğu zaman eve girer girmez hiçbir şey demeden defteri, kalemi alıp koltuğa oturur, anlatmaya başlamasını beklerdim. Annem hemen konuya girer, anlatmadığını düşündüğü konuları konuşmaya başlardı.
Bir süre sonra ses kayıt cihazı ile kayıtlar yapmaya başladık. Aleti kurmamı bekler, "tamam" deyince söze başlardı. Anlatmadığını düşündüğü şeyleri bir süre sonra ses kayıt cihazının nasıl kulanılacağını öğrenip kendisi kaydetmeye başlamıştı. Annem hem anlatıcı hem de derlemeciydi artık. Kendince Lazcanın bir faydasını görmemişti, ama belli ki oğlu için bu dilin büyük bir önemi vardı ve yardımcı olması gerekiyordu.
2020 yılına gelindiğinde, beş adet büyük boy 1000 defter sayfası dolmuştu. Ayrıca Lazca şarkıların, destanların, hikâyelerin, günlük sohbetlerin yer aldığı onlarca saatlik ses ve video kaydı oluşmuştu.
Şüphesiz, Lazca gibi tehlike altındaki bir dilin her türlü kaydı çok önemli ve değerli, ancak belli konularda detay yakalayabilmek için az sayıda kişi ile uzun süre çalışmanın daha faydalı olduğuna inanıyorum ve biz bunu annemle başarmış olduk.
Annem Xalitipxe Ayşe, 3 Temmuz 2020’de 86 yaşındayken aramızdan ayrıldı; geriye Lazca için paha biçilmez bir hazine bırakarak. Annemden sonra bir yıl kadar kayıtları dinleyecek ruh halini yakalayamadım. Zamanın iyileştirici etkisi sayesinde yakın zamanda altın değerindeki bu kayıtları yeniden dinlemeye ve çözmeye başladım. Bu kayıtlar sayesinde Lazcayı yeniden keşfediyorum. Xalitipxe Ayşe’nin mükemmel Lazcasına yeniden âşık oluyorum.
Şimdi beni bekleyen en büyük iş bu kayıtları basılı hale getirmek. Xalitipxe Ayşe’nin anısına hayat hikâyesini konu alan Lazca bir otobiyografi kitabı; bir Lazca masal kitabı ve geri kalan tüm kayıtları ihtiva eden Lazca metinler olmak üzere üç farklı kitap olarak yayımlayabilirsem ne mutlu bana. Böylece Xalitipxe Ayşe’ye borcumun ufak bir kısmını ödemiş olacağım.
(İAB/RT)