183 yıllık kroniğin zaman zaman fonunda, zaman zaman sahnesinde değişmeden tekrar edenler vardı, ki bunlar, Mutluluğa Bir İlgi adını verdiğimiz bu son yazı dahil toplamda 20 yazıda sıkça anıldı. Dizinin limit aldığı Gülhane’den bu yana geçen 183 yıllık kroniğe bakıyoruz. Bakmakla kalmayıp örüntüleri yakalıyor, yakaladıklarımızı ifşa ediyor, bunları analiz ediyoruz. Cumhuriyetin 100. yılına girilirken gittikçe daralan çember içinde kafese dönen hayatlarımızdan ömür çıkaramıyoruz; çareyi terk etmekte buluyoruz. Büyük çoğunluk gitmek telaşında. Un ufak olmuş, dağılmış bir entelektüel ortam söz konusu. Anominin egemen olduğu, toplumsal çözülmenin çoktan gerçekleştiği, cenazesi ortada bırakılmış bir toplum/su bizimkisi. Peki, nasıl bu denli mutsuz, öfkeli bir toplum olduk?
AKP ve dayandığı sahtelik, yanlışlık, toplumu ve doğayı ortadan kaldırmaya kadar vardırdı işi; o nedenle pasif devrim, Cumhuriyetin ve/ya Kemalizmin ilke ve değerlerinden ziyade, tehlikenin toptan piyasalaşma olduğu tezi üzerine kurulu. Rejim, ekonomi-politikasıyla “laikliği değil doğayı ve toplumu ortadan kaldırmak” için kanırtıyor.
İnanç, eylemleri mutluluğa tercüme eder. Umudumuz yok çünkü inançlı değiliz, en başta da kendimize. Kendimizin anlamlı hale gelmesini sağlayan ve adına toplum dediğimiz bağlama. Bu bağlamın ürünü olan Siyasete ve kurumlarına. Siyaset içtenliğini yitirdikçe inandırıcılığını da yitiriyor. Toplumla yani reel olanla kurulan temas hamaseti aşamıyor. Rejimin “toplumsal hassasiyet” retoriği ile kendini konsolide ettiği Hakikati perdeleyen retoriği kurucu Anlatıya dönüştükçe Hayatla bağı da kopuyor, köksüzleşiyor. Kurumsal belleği oluşmuyor. Deneyim de bu nedenle aktarılamıyor, erginleşemiyor. Ürettiğimiz reis, başkan, baba, ana metaforlarının topluma içkinsizliği su götürmez. Bu da çağcıl siyaset kurumunun bebeklik çağını aşamamasına neden oluyor. Çünkü toplumun erginleşmesi, siyaset kurumunun kavramını gerçekleştirmesinden geçiyor.
Siyaset kurumlaşmadıkça asker, cami, tarikatlar politik alanı kaplıyor. Neo-liberalizmle birlikte de şirketler ve ‘sivil toplum’ kuruluşları. Toplumsallığın kamusallığa, politikliğe evrilmesini, kelimenin birinci anlamıyla siyaset üretmesini de engelliyor. Oysa toplumsallığın ontiği (varlıksal yapısı) ile dinsel, militer olanın ontiği birbirini bütünlemediği gibi bilakis erginleşmenin önündeki de en büyük engeldir.
Dini ve askeri kurumlar, bu kurumlardaki özneler üretime katkıda bulunmazlar ama toplam üretimin, yani GSMH’nın yarıya yakınına çökerler. Siyaset kurumu kendi rüştünü ispatlamadıkça bütün kaynaklar, toplumu iki kurumun örtük ittifakı altında köleleştirir.
Bu dizinin Cumhuriyeti aşan kroniği -yani 183 yıla odaklanan projeksiyonun bize gösterdiği- pek çok örüntüden yalnızca biridir. Dini ve militer kurumlar reel alanda değildir. Oysa siyaset reel alanı görür, düzenler. Güvenlikçi ve bu dünyayı kastre eden din kurumu dünya adını verdiğimiz burada değildir.
Bu iklimi, kavramın içini dolduran, retoriğe sıkışmamış, içinde Hayat olan demokrasi ile değiştirebiliriz. Anahtarımız Hakikat çünkü Hakikatle koparılan bağımızı yeniden kuracak ve bizi özgürleştirecek olan budur.
Türkiye, küresel ölçekte 146 ülkeyi kapsayan ve 2019-2021 arasına odaklanan mutluluk araştırmasında 112. ülke. “Genel olarak kendinizle (hayatınızla) barışık mısınız?” sorusuna Türkiyelilerin verdiği yanıtlarla nasıl bir kategori içinde yer aldığımızı görmek şaşırtıcı ol(may)abilir: Pakistan (65.7), Hong Kong (65.1), İran (64.1), Zimbawne (63.9), Uganda (63.5),Türkiye (62.6), Kongo (Brazzaville) (62.3), Gürcistan (57.2), Mali (50.5) ve Lübnan (46.9). Listenin en üst sırasında yer alan ülkeler: Hollanda (97.6), İzlanda (97.3), Tayvan (95.6), Finlandiya (95.1), Norveç (94.9), Lithuania (94.6) var.
Senelerdir savaş rejimi altında deyim yerindeyse can çekişen ülkelerle aynı kategoride. Oysa resmi anlamda savaş 1922’de bitti. Tam 100 yıldır ‘sulh’ içindeyiz.
“Mutlu olmak ister misin?” sorusuna “Kim mutlu olmak istemez ki!” diye yanıt veririz. Türkçesi hepimiz mutlu olmak isteriz. Mutluluk, belki de şu çivisi çıkmış dünyada hepimizi birleştiren ölüm dışında tek hakikattir. Mutluluk, yaşamın şemsiyesidir bir bakıma. Yaşanmaya değer ne varsa hepsini içine alan bir şemsiye. Arzu edilen her ne varsa hepsinin murad ettiği yegane hedef.
Hayatın istatistiklere, bilginin verilerin yorumuna indirgendiği günümüzde mutluluk da hiç şüphesiz bu bakıştan azade değil. Kimyasal bir olgu olarak görülmekte. Modern psikiyatri, mutluluk hapı adı verilen, beynin ihtiyaç duyduğu kimyasallar üzerinden bir kavrayış geliştiriyor. Mutluluk maddeye indirgendikçe manadan soyuluyor.
Bu dizinin son yazısındayız… Diyalektik Gerilime Bir İlgi ile başladık, Mutluluğa Bir İlgi ile bitiriyoruz. Limit aldığımız Gülhane’den bu yana geçen 183 yıla dair çokça kavramın izini sürdük, izdüşümlerine baktık, yinelenenleri tespit etmeye çalıştık. Bu diziyi hazırlamaya girişirken intüitif biçimde kavradığımız hakikati hipotezleştirip 20 yazı ile bu hipotezi sınadık.
183 yıldır murad ettiğimiz Anlatı yoksunluğunun Hayatımızı domine ettiği sonucuna ulaştık. Bu süreç boyunca yaşanan savaşların, isyanların, katliamların, kırımların, keyfi uygulamaların, rengi değişse de, karşı-retorikler üretilse de, ekabirlerin değişen kıyafetlerinin altındaki mimari yapının ya da strüktürün aynı kaldığını, diğer deyişle örüntülerin tekrar ettiğini görmek hiç kuşkusuz sarsıcı. Sarsıcı olması, umudu güçlendirebileceği gibi çaresizliğe de gark edebilir. Oysa sıkça dillendirdiğimiz gibi “Hakikat özgürleştirir.” Bu dizinin muradı da özgürleşmemize mütevazı dahi olsa katkıda bulunmak.
İhtiyaç reel. Türümüzün tarihi ne gezegenimizinkinden ne de canlılıktan ayrı düşünülebilir. Hücrelerden mürekkep biyolojik bir varlığız. Evrimle birlikte etik boyut kazanan varlığımız için Mutluluğun su gibi, ekmek gibi hayati önemi olduğu söylenebilir.
O halde nedir Mutluluk?
Aristoteles'e göre bilimler, bilimlerin ürünleri, bunları ortaya koyma biçimleri bakımından, etkinlik türlerine göre üç türde düşünülebilir. İlki, olduğundan başka türlü olamayacak olanları izleriz, bunlara dair kuramsal bilgileri üretiriz ki bunlar bu nedenle “görmeye” dayalı doğa ya da fen bilimleri dediğimiz, doğada kendiliğinden var olanların bilimi. İkincisi, olduğundan başka türlü olabilenleri ele alan etik, politik bilimler. Kısacası pratik bilimler, eylemi konu edinirler. Üçüncüsü ise belli türden bir ürün meydana getirmenin, üretmenin, yaratmanın bilimidir ki mimarlık, marangozluk bunlardandır. Şu halde ilki teorik, ikincisi pratik, üçüncüsü poetik bilimlerdir.
Aristoteles'e göre Mutluluk, pratik bilimlerin konusudur yani başka türlü de olabilecek olanların varlık evreninde yer alır. Türkçede “Mutluluk, insanın elindedir.” sözü bunu de imler. Evet elimizdedir. Elimizdedir çünkü bir imkandır. Başka türlü olabilecek olan alanda söz konusudur. Hayat, her zaman bir başka şekilde de yaşanabilir. Yani ne içinde debelendiğimiz 183 yıl ne de bunlara hayat veren özneler kaderdir. Evet, başka türlü de olabilir. Bu dizinin varlık nedeni bir bakıma bu imkana ışık tutmak.
Mutluluk, sıklıkla sevinçle karıştırılır; insan dışındaki canlı türlerinde de oyuna, göreli anlamda neşeye rastlansa da Mutlu oldukları söylenemez. Mutluluğun tür olarak insana özgü olduğunu düşünmek eğilimindeyizdir. Deyim yerindeyse felsefece söylersek insanın tözüdür yani insanı insan yapan özelliği. İnsanlar için bir olanaktır. Kimi kültürlerde kimi insanlar için bu olanak hayata geçirilebilirken kimilerinde hayata geçirmek görece güçtür. Türümüzün kurucu nitelikleri başında gelir uyum sağlama yeteneği. Her koşulda Hayat devam eder. Sevinçler de. Doğumlar da. Sohbetler de. Aşk da. Mücadele de. O nedenle Hayata güvenmek, ona dair umutlu olmak canlı olmaktan doğan sorumluluk. Umut ve/ya Mutluluk talebi, bir bakıma İnsanın canlı olmaklığına içkindir.
Gün içinde minik, anlık sevinçler yaşarız. Seviniriz. Oysa mutluluk bir haldir. Öyle anlık duygulanımlara indirgenebilecek türden değildir. O halin giyilmesi göreli bir kültürel çevre ya da teknik bir terimle habitusla da ilişkilidir. Kültüre içkinliği söz konusudur. O halde şu iddiada bulunabiliriz: Mutluluk, kişinin içine doğduğu habitusun rengini verdiği bir imkandır. Kişi o imkanı göreli bir çaba ile gerçekleştirir. Potansiyelden gerçeğe taşır.
Aristoteles’e göre her şeyi bir başka şey için isteriz. Çocuğu koleje göndeririz çünkü yabancı dil öğrenir; güvenliği olan siteye taşınmak isteriz çünkü çocuk sokağın tehlikesinden uzakta yetişir; işimizde terfi etmek isteriz çünkü gelirimizi artırmak, arzu ettiğimiz tatile gitmek… isteriz. Yani her şeyi bir başka şey için isteriz. Peki o halde mutluluğu ne için isteriz? Her isteğin nihai amacı olabildiği için; bu nedenle Aristoteles, “Mutluluğu, kendisi amaç olan şey diye yerinde dile getirdiler.” diye tanımlar.
Akıl yürütmesini şu şekilde sürdürür: “Marangozun işi masa yapmak, duvarcının işi duvar örmek iken insanın işi nedir?” diye sorar. Aristoteles’e göre insanın işi, ruhun erdeme uygun etkinliğidir. Mutluluk, akla ve erdeme uygun bir yaşamanın sonucu ya da ödülüdür. Bu nedenle de en yüksek insansal iyi olarak düşünülür. İnsanın nihai amacının da bu nedenle mutlu bir yaşam sürmek olduğu söylenebilir. O nedenle kültürler üstü bir bakışla “İnsan her ne yaparsa yapsın, günün sonunda Mutluluk temel motivasyonudur.” denebilir.
Aristoteles’in dilimize ve başka pek çok dile mutluluk diye çevirilen eudaimonia kavramı, murad edilen bu yaşamı yani anlık rahatlama da denebilecek sevinci aşan yaşamı imler. Eudaimonia, iyi (eu) bir ruha (daimon) sahip olmak anlamına gelir. Eudaimonia ne tanrının sağladığı bir talihlilik durumu ne de iyi bir ruha sahip olmak demektir. Eudaimonia, ömür boyu süren iyi bir yaşamı ifade eder. Eudaimonia, mutluluktan ziyade onun yaratıcısı, varlık kazandığı zemin şeklinde düşünülebilir. Ruhun belirmesi, ortaya çıkması, kendini var etmesi diye de yorumlanabilir. Türkçedeki özün gürle(til)mesi yani özgürlük ile de ilişkilendirilebilir. Özgürlük, kişinin ruhunu taşırması, açığa çıkarması yani çağlatması, gürletmesi anlamına gelir. Kişinin böylesi bir ruh hali, hiç şüphesiz içinde yaşadığı topluluktan ve de facto toplumdan azade düşünülemez. Cennet, insana vaad edilen ebedi Mutluluktur aynı zamanda. Mutluluk yani iyi bir yaşam, öyle büyük bir Anlatıdır ki Hayatta her şeyden vazgeçmemize dahi neden olabilir. Bu nedenle her amacın altında toplanabildiği ana amaçtır.
İçine doğduğumuz habitusun ya da etosun rengini, Akdeniz coğrafyasında, sıklıkla politika belirler. Bu renk göreli Barış zamanları dışında genellikle Kırmızıdır yani Kan(lı)dır. Bu denli savaşkanlığın, kinin, öfkenin, öcün, belleğin politika(cılar) tarafından canlı tutulması, sıklıkla kaşınması, yaraların kanırtılarak kabuk bağlamasının engellenmesi bu Kandan beslenmeleridir.
Filozofa kulak vererek Hayatın olduğundan başka türlü olabilen bir şey olduğunun bilinci şu yaşadığımız Hayatın kader olmadığı bilincini kazandırır bize. Bu bilinç, iradi olarak verili durumu reddetme cesareti verir. Bu da dönüşümün temel dinamiğidir.
İnsan türünün üyeleriyiz. Türümüz iki yüz yıla yakındır kulağımıza fısıldandığı gibi bireysel bir tür değil. Topluluklar halinde yaşıyoruz. O nedenle “gemisini kurtaran kaptan” retoriği, yalan olan Anlatının ürettiği yalanlar manzumesinin bir öğesidir. İnsan, tanıklıklarının toplamıdır. Tanıklıklarına tepkisi en geniş anlamıyla “qualia” kavramında ifadesini bulur, yani etkilenimler, duygulanımlar yaşar.
O nedenle göreli bir dengenin olmadığı ya da yaratılmadığı bir yerde kişinin mutluluğundan da söz etmek güçleşir. Nasıl insanın tek bir organının iyileşmesiyle tüm bedeni sağlıklı hale gelmezse tek teklerden oluşan topluluğun, daha dar anlamda topluluğun göreli dengesi sağlanmadan da kişinin mutluluğundan söz edemeyiz.
Bunun bilincinin politik alana ya da politik olana dair yaklaşımımızı radikal anlamda değiştireceği ileri sürülebilir.
Politika, politikacılara bırakıl(a)maz. Bunun yolu örgütlü bir toplumdan geçer. Örgütlülük zayıfladıkça kurtarıcılar pıtrak gibi bitmeye başlar. Ve kurtarıcıların yakıtı, rengi kırmızı olan Kandır. Kanın aktığı yerde bellek yaralanır. Kimlik de. Kan, Hayatı kürtaj eder.
Mutluluğun, tür olarak insanın gerçekleştirebildiği bir imkan olduğunu iddia ettik. Mutluluk, her ne kadar İnsan türüne özgü olsa da bireylerin değil kişilerin Hayat verebileceği bir imkan. Kişi, bireyin etik boyut kazanmış deyim yerindeyse özneleşmiş halidir. Özcesi Mutluluk, etik bir varlık olarak kişinin gerçekleştirebildiği bir imkandır.
Etik bir fenomen olarak Mutluluğun göreli kavramı yoktur. Güzel-çirkin, acı-tatlı, ağır-hafif, kısa-uzun gibi ikilikler şeklinde var değildir. Acılık nasıl bir nitelikse tatlılık da, güzellik nasılsa çirkinlik de bir niteliktir. Mutluluk bu tür kavram çiftleri ile aynı yapıda değildir. Deyim yerindeyse Mutluluğun göreli kavramı bağlamımız özelinde Mutsuzluk değildir. Türkçe dışında başka pek çok dilde de aynı temsiller ya da kavrayışlar söz konusudur.
Bu nedenle Mutluluk, bir bakıma Hayattır, onsuz düşünülemez. Cennetin sonsuz Mutluluk vaad etmesi hiç de tesadüf değildir. Mutluluğun zıddını düşünemeyiz. Hayattan bir imkan olarak dahi Mutluluğu çıkardığımız vakit kocaman sisli bir alan kalır geriye, hiçlik, boşluk yani düşünülemez olan bir ‘alan’ ki bu da içinde ot bitmez denilen evrendir. Yaşama uğraşımız, işte bu evrene Hayat vermek süreci şeklinde de okunabilir.
Aristoteles’e yeniden kulak verelim. O halde insanın işi nedir? Mutluluk, her şeyin arzuladığı, her şeyin kendisi için istendiği şey ise Hayatın kurucu referans değeridir. İnsan topluluklar halinde yaşayan bir tür ise İnsanın Mutluluğu ancak içinde yaşadığı toplulukla birlikte düşünülebilir ya da ondan bağımsız olarak düşünülemez. Bu da bizi zorunlu biçimde topluluklara ve topluluklardan mürekkep topluma götürür. Bu da Aristotelesçe söylersek Politikaya.
İnsan, olanaklarının toplamıdır. Özgür insan, bu olanaklarını iradesi doğrultusunda Hayata tercüme ederek geçirebilendir ama toplumsallığının bilinciyle.
“Hakikat özgürleştirir.” diye savladık sıkça bu dizi boyunca, yineleyelim, yineleyelim ki Hakikatin özgürleştiriciliğine teslim olalım. Birey değil kişi olduğumuzun bilinciyle, bu bilince içkin toplumsal özne olmaklığımızla, buna da içkin Politikliğimizle bakalım Hayata, Anlatılara. Özgürsek mutluyuz…
Ergin değilsek ebeveyne, bir tür ebeveyn olarak metaforlaştırılan politikacılara, şeyhlere, liderlere ihtiyaç duyarız. Kendi kendine yetememe, kendi kararını kendi başına verememe, kaçınılmaz biçimde “kurtarıcı”ya yöneltir. Tabi kılma pratiklerini berkiten politikaları bu açıdan anlamak ya da yorumlamak özgürleşmemize giden yolu aydınlatır kanaatindeyiz. Kişiler, bireyselliklerini koruyarak, topluluklar halinde örgütlendikçe toplumsal örgü güçlenir; bu güçlenmenin kaçınılmaz sonucu kurtarıcıya duyulan ihtiyacı öldürmesidir. O nedenle Ö. Soykan’ın Kurtarıcının Geri Dönüşü ya da Geleceği Çalınmış Toplum başlığında verdiği konferansındaki şu tezi felsefi, politik ve elbette sosyolojik anlamda Hakikati ifade eder: Örgütlü politik yaşam, politikayı politikacılara bırakmaz.
Eğer kişi, bağlamımız özelinde örgütlü değilse yani kişi olmaklığını koruyarak topluluk içinde var olamıyorsa özgür değildir, tabidir. Bu nedenle ondan ahlaklı biri olmasını bekleyemeyiz. Ö. N. Soykan’ın ikinci tezi de bir başka Hakikate çağırır: Özgür olmayan kişi, ahlaklı da olamaz.
İşte şimdi Anlatı üretmek, üretilen Anlatıyı toplumsallaştırmak zamanı. Toplumsal belleğimiz güçlü, burada/n hayat ürettik, o nedenle yeniden üretebiliriz çünkü Umut, Canlılığımıza içkin, Canlılığımız da Umuda…
Aristoteles, Politika kitabına, girişte ilk cümlesini alıntıladığımız Nikomakhos’a Etik’in son paragrafıyla başlar. Çünkü politik olan ya da politik alanın altlığı etiktir. İkisinin pratik alan, yani olduğundan başka türlü de olabilecek olanlardan olması, bu nedenle de tesadüf değildir. İkisini birbirinden ayırmayı düşünmemektedir. Bu nedenle her eylem özü gereği politiktir. Toplumsal olanla politik olan arasındaki özdeşlik, bu dizinin dikkat çekmeye çalıştığı bir başka noktadır.
“Bizden öncekiler, yasa-yapma sürecini incelemeden bıraktıkları için, belki bunu bizim araştırmamız iyi olur. Gerçekten, felsefenin İnsan’ı kendine konu alan bölümünü tamamlamak yönünden, bütün politeia ya da anayasa sorununu ele almalıyız. Bizden öncekiler bunun hakkında birtakım iyi ya da oldukça iyi şeyler söylemiş olduklarına göre, ilkin bunları gözden geçirip değerlendirelim. Sonra, benim Anayasalar Toplamama bakarak, ne gibi etkilerin devletleri ve ayrı ayrı anayasaları işler durumda tuttuğunu, ayrıca bazı devletlerin iyi yönetilmelerinin, bazılarınınsa böyle olmamalarının nedenlerini görmemiz gerekir. Bu konular incelendikten sonra, “En iyi anayasa türü hangisidir. Her birinin düzeni ve yapısı nedir, her biri hangi yasa ve ahlâk kurallarına dayanır?’’ gibi soruları daha kapsayıcı bir gözle görebileceğiz, sanıyorum. Onun için, tartışmamıza başlayalım.” (MVB/AS)