-I-
“Tabiatta baharın kokusunu alan ilk canlı kekliktir.”
995 km, s.20
21 Eylül 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesindeki “Musa Anter’i katlettiler!” manşetini görüp okuduğum an yüreğime koca bir acı saplanmıştı. 72 yaşında bir insan hangi sebepler ile kurşuna dizilirdi? O düşmanlık neydi, hangi kaynakta besleniyordu? Cevabı, devleti tanımaya başladıkça zihnimde zamanla yerli yerine oturacaktı.
O zaman devrim için yüreği harlanan 22 yaşında bir üniversite öğrencisiydim. Öğrenci evlerimiz adeta ilk siyasi, kültürel akademilerimize dönmüştü. Ben asimilasyon ile yitirdiğim köklerime, dilime, kültürüme ilk bu öğrenci evlerinde yeniden kavuşmaya, keşfetmeye başlamıştım.
Öğrenmenin bedeli çok ağırdı, ilk 7 Temmuz 1991’de Vedat Aydın’ın Amed’de katledilmesi sarsmıştı beni. Bu zamana kadar çok da bilmediğim, uzakta olduğum ‘Ora’da dumanlar yükseliyordu, yürekleri sevda, dostluk, vicdan ve özgürlük arayışları ile dolu insanların üzerinden.
Kendisinden 30 gün önce aynı kurşunlar tarafından hayatına son verilen aynı gazeteden 36 yaşında Hüseyin Deniz için “Senin Toprağını Öpeyim Hüseyin” diye yazabilecek kadar yüreği acı ve sevgi dolu bir bilgeydi Ape Musa bizler için.
Özgür Gündem’e yazdığı yazıları ile bu öğrenci evimizin en değerli konuklarından birisi oluyordu: “Kekik, reyhan ve kaçak tütün kokusu taşırdı rüzgâr. Alçak damlı evlerin yüksek, küçük pencerelerinde soluk ışıklar yayılırdı geceye. Köpek havlamaları korkulara karışır, kaygıları beslerdi. Sonra dağlardan kurşun sesleri gelirdi belirli belirsiz. Namlunun ucunda çırpınırdı yürekler. Ağıtlar yankılanırdı dağlara doğru. Kapılar kırılır, talan edilirdi sevdalar, umutlar ve insan olan ne varsa. Kan akardı derelerimizden, Zilan, Dersim, 33 Kurşun, Newala Kasaba. Ve ülkemin bütün derelerinde. O iklimde kalırdı acılar. Duymazdı bir Allah’ın çığlığımızı. Ve dağlara sevdalanırdık, karabasan gecelerin sabahında. Direnmek kalırdı Kürde. Yaşamanın bir başka adı direnmekti.”
Evimize tutsak yıllarımda ‘yasaklı’ kitaplar listesine düşecek Mungan’dan kitaplar da düşüyordu. Hikâye, masal, şiir, stran, yüksek dozda siyasi okumalar ile patikamızda kendimize dair bir yol döşemeye başlamıştık. Tutsaklığımda şiir dinletileri hazırlarken ‘yasaklı’ kitaptan arakladığım, “Kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları, atlanın gidiyoruz. Buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara. Eski zamanlarda olduğu gibi. Dersimiz tarih. Unutmayın kaldığımız yeri yenilmedik daha” dizeleri her zaman kulağımda.
-II-
“Bu savaşın sonu ne olacak sence?”
995 km, s.210
72 yaşındaki bir Kürt, yüreğinde bütün insanlığın acılarını, umutlarını, inançlarını taşıyan bilge bir Kürt, bir Kürt’ün kurşunları ile yaşamından koparılırsa insanlığın vicdanında koca bir çığlık kopar...
Kopar mı?
Yüzü bir duvar, en ufak bir pırıltıdan yoksun soğuk, delici gözlerini aynada görecek kadar kendisine katlanamayan bir seri katili dinlemek ya da okumak çok da yapmak istediğim, yapabileceğim bir şey değildi. 995 km ile ilk olarak bunu yaptım. “Ona şöyle bir bakan kişi, sessiz, kendi halinde, sıradan bir köylü derdi onun için, mazlum bir köylü, feleğin sillesini yemiş, ezik, gariban bir adam!”
İnanan, dua eden, camiye her varışında derin bir huzur duyan, namazı eda ederken bütün benliği ile secdeye varan birisi, “Rabbim şükürler olsun ki 41’i tamamladım” derse ne anlamak lazım?
Sessiz, kendi halinde, sıradan bir köylü hangi sebepler ile bir seri katile döner? Rabbine olan aşkından!
Seri katil olmasının tek sebebinin sahip olduğu inançtan kaynaklandığını söyleyen bir insan ile aynı otobüste yan yana koltuklarda yolculuk düşündüğünüzde neler hissedersiniz?
Diyarbakır’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Trabzon’a, Van’a o yolculukları çok yaptım ben 1992-94 yıllarında. O yolculuklarımdan bir tanesinde elbette o sessiz, kendi halinde, mazlum birileri ile yan yana da yolculuk etmişimdir.
Çünkü doğup büyüdüğüm/üz o kentlerde rabbine şükürler için yüreğinde nefret, öfke, elinde bayrak/Kuran o kadar çok muktedir vatandaş yaşıyordu ki! Aynı sokaklarda doğup büyüdüğün, ancak senin gibi giyinmediği, senin inandığına inanmadığı, başka inancı olduğu, ya da inançsız olduğu için ‘mürted’ sınıflamasına alarak birlerinin hayatına son vermenin bizim coğrafyada hala o kadar çok alıcısı var ki!
Sormadan edemiyorum; Müslümanların vicdan, empati, kendisinden olmayana saygı, eşitlik, özgürlük, adalet gibi bir dertleri hiçbir zaman olmayacak mı?
-III-
“Kürt kadınları, yıllardır ölüme zılgıt çekiyorlar Kerem.”
995 km, s.205
Romanın ortalarına doğru içim oldukça daralmaya başladı. Bütün roman böyle mi deva edecek; sessiz, kendi halinde, mazlum seri katili, onun dünyası, inancı, beklentilerine dair daha ne kadar okuyabileceğim şeklindeki iç tartışmalarıma Umut, Kerem ve Rojda son verdi. Yüreğime bir serinlik geldi. Hem kaç gazeteci Türk ‘Kürt’ten daha çok Kürt’ olarak ‘Ora’da olanları anlamaya çalıştı ki! Kaç yazar, gazeteci, akademisyen Türk ‘Ora’da yaşananları daha iyi anlamak için Kürtçe öğrendi ki! İşte Kerem bunu yapmaya başlamış.
Orta halli Türk ailelerden gelen gazeteci Umut ve Kerem’i tıpkı Amedli gazeteci Rojda gibi peşinde götüren hakikatin peşinde çarpan yürekleri olmuş.
Hakikat; devlet ve de paravanları eliyle gerçekleştirilen korkunç katliamlar ortaya çıksın, benzerleri bir daha yaşanmasın diye tutulan yoldur. Zorlu bir yoldur. Zira bu ülkede dereler, kuyular, bodrumlar, dağlar, sokaklar, ormanlar, ağaçlar konuşmaya bir başlasa daha neler duyacağız.
Tepelerinden gelen ölümle paramparça olmuş çocuk, kadın ve yaşlı binler, on binler, yüzbinler... İşte bunlar bir daha olmasın diye durmadan anlatıyordu Ape Musa. O tarihte Ape Musa devlete iman edenlerin kurşunlarıyla hayata veda etmeseydi Umut ve Kerem’i de evinde konuk edecek ve bunları anlatacaktı belki bir kez daha.
Rivayete göre; “İstanbul Maltepe’de bir ev vardı. Bu evde yaşlı bir adam yaşıyordu. Eve gittiğinizde, biri demirden, biri tahtadan iki kapı dikkatinizi çekerdi. Demir kapı yaşlı adamı düşmanlarından korumak için takılmıştı. Ama o demir kapıyı hiç kullanmazdı yaşlı adam. Sevenleri onu korumak için takmışlardı demir kapıyı. Oysa yaşlı adam insanları, özgürlüğü, korkmadan yaşamayı seviyordu. Kim çalarsa açılırdı tahta kapı. Kim telefon etse, merhaba dese evin adresi verilir, sıcacık bir gülümseme ile karşılanırdı.”
-IV-
“Savaşın sonunu sadece ölüler bilir.”
995 km, s.210
Dersimiz tarih. Unutmayın kaldığımız yeri, yenilmedik daha... Direnmek kalırdı Kürt’e. Yaşamanın bir başka adı direnmekti.
Savaşın sonunu sadece ölüler bilmesin...
(EJA/VC)