18 Nisan 2011 günü, siyasal tarihimize "Nisan'da Muhtıra Başkadır" adlı filmin devamının çekildiği gün olarak not düşülecek.
İlki 2007'de çekilen filmin baş aktörü bu sefer rahatsızlandığından çekimleri yarıda bıraktı, fakat hikayenin sürükleyiciliğine başrole getirilen Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) etkileyici performansından dolayı zeval gelmedi.
YSK'nın 12 bağımsız adayın adaylığını sabıka kayıtlarından dolayı veto etmesi, kazananı belli olduğundan ötürü heyecanı nicel hesaplamalardan kaynaklanan seçimleri bambaşka bir boyuta sürükledi ve mesela meşruiyet tartışmaları gündeme geldi.
YSK'nın kararının hukuki ve siyasi boyutları ise ayrı bir husus.
Bu arada, veto edilen adaylardan birisi de Abdullah Kızılay. Lakin kendisi Diyarbakır'da Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) gösterdiği blok adaylardan birisi değil.
Kendi açıklamasına göre sabıka kaydı da yok. Eh ama isminiz Abdullah ise, soyadınızda kızıl varsa, bir de Diyarbakırlıysanız, devletin gözünde sabıka kaydı ile doğmuşsunuz demektir. Neyse ki kendisinin soyadı Kızılay, Kızılyıldız olsaydı şimdiye çoktan hapisteydi.
Lakin bu yazı, o yollara girecek bir yazı değil, daha basit bir sorunu irdeleyecek: Muhtıra, Arapça kökenli bir kelime. Htr kökünün başına etkenlik anlatan "mu" ekinin getirilmesiyle türetildiğinden "hatırlatan" anlamına geliyor.
YSK'nın kararı da, bize direkt olarak bu memlekette "makbul olmayan" Kürtlerin meclise girmesinin ne kadar zor olduğunu hatırlattı.
Türkiye'de azınlık kimliği sorunu tartışılacağı zaman statüko tarafından başvurulan bir savunma "Bu ülkede Kürtler cumhurbaşkanı bile oldu!"dur.
Tabii devletin resmi ideolojisinin "Karda yürürken çıkan kart kurt sesinden dolayı Kürt denmiş, onlar dağ Türkü aslında" olduğu bir döneme retrospektif bakıp o cümleyi ortaya atmak kolaydır.
Diyeceğim o ki, bu ülkede devlet tarafından yeterince törpülendiği için "makbul azınlık" olarak, fastfood restoran zincirlerindeki "ayın elemanı" resimleri kıvamında ortaya sunulan kişiler de vardır.
Bu "Kürt" milletvekilleri meclise istedikleri zaman girebilirler ve girmişlerdir de, konumuz o değil. Aslında bu "makbul azınlık" konusu farklı azınlık kimlikleri göz önüne alınarak da tartışılmalıdır, o da başka bir yazının konusu olsun.
Fakat dolaylı yoldan anlattığı mefhum daha vahim: Demokratikleşme -ne kadar oluyorsa- yolundaki Türkiye'de, bireyler ve fikirler değil, cepheler ve niyetler çatışmakta. Bireyin hakkının temele alınmadığı bir demokrasi de, nereden gelirse gelsin, çarpık olmak zorunda.
Eseme'nin* Esamesi Okunmazsa
Esas meramıma gelmeden YSK kararına dair çok temel iki soru sormak istiyorum. Bunlar hukuki vs. değil, mantıki sorular:
* Eğer YSK, Kışanak ve Tuncel'in milletvekili adayı olmak için yeterli şartları taşımadığına hükmediyorsa, bu iki isim nasıl halihazırda milletvekilliği yapabilmektedirler? Yasalarca milletvekili seçilemeyen milletvekili olur mu?
* Adli sicil kaydı mevcut bulunan fakat kendilerine memnu hakları iade edilmiş olan Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü'den birini veto ettirip diğerini ettirmeyen hukuki düzenleme hangisidir?
Şu iki soruya tatminkâr derecede mantıklı cevap almadan, herhangi bir hukuki tartışmayı takip etmek içimden gelmiyor. Zaten ortalıkta o tartışmayı yapacak insan da yok pek, ki zaten bu yazıda değinmek istediğim nokta da bu.
YSK kararları açıklandığından beri yapılan tartışmaların ekseni hayranlık uyandırıcı. Okuduklarım ve duyduklarımı aşağıda maddeleyeceğim:
- Bu kararı veren YSK, derin devletçi midir, değil midir?
- Bu karar neticesinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) mağdur edilmiş midir?
- Bu karar AKP'nin milletvekili sayısını nasıl etkiler?
- Bu karar aslında kime yarayacaktır?
- Ergenekon zihniyeti ile Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) işbirliği mi yapmıştır?
Abartmıyorum, katıldığı tartışma programında AKP milletvekili Ömer Çelik şu minvalde açıklamalar yaptı: YSK kararı komplo ise, BDP de bununla uyum içerisindedir. Seçimlerin ertelenmesini isteyen BDP, yeni Anayasa sürecini baltalamaktadır.
Burada da ayrı bir parantez açmak lazım. Seçimlerden sonra yeni ve sivil bir Anayasa çıkaracak meclise girmesi, bulundukları sıralar itibariyle kesin olan kimi yeni milletvekillerinin isimlerine bakalım: Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Vecdi Gönül, Burhan Kuzu, Şamil Tayyar, Ahmet Türkeş, Beşir Atalay, Muammer Güler, Oğuz Kaan Köksal, Hayati Yazıcı, Suat Kılıç, Erdoğan Bayraktar, Bekir Bozdağ, Sinan Aygün, Süheyl Batum, Nur Serter, Aydın Ayaydın, Oktay Ekşi, Mehmet Haberal...
Gerçekten sivillik ve özgürlükçülük adına bir rüya takım. Konuyla ilgili açıklama yapan bir diğer AKP milletvekili Hüseyin Çelik ise hukukçu olmadığından ötürü yorum yapamayacağını söyledi.
Tabii biliyoruz ki, AKP iktidarı boyunca hiçbir zaman hukuki gelişmeler hakkında yorum yapmamıştır. Hiçbir AKP kurmayı Ergenekon'un savcısı olduğun iddia etmemiş, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları her zaman büyük bir sükunetle karşılanmış ve de yargının bağımsızlığı prensibine hiç aykırı davranılmamıştır.
E Ama İnsanlar Aday Yapılmadı?
Siyasiler de, medya figürleri de bu YSK kararı açıklandığından beri önceliklerine bu "hesap kitap işleri"ni koymuş durumdalar. Halbuki burada çok daha bariz bir sorun var ve de öncelikle onu tartışmamız gerekiyor.
Bu kararlar ile bu milletvekili adayları haksız yere mağdur edilmiş midir, edilmemiş midir? Bireysel düzeyde bu kararların yansıması nedir?
Önümüzde net bir şekilde yer alan bu sorunu es geçip, tartışmalarımızı "AKP mi istedi, derin devlet mi, uzun vadede kimin işine yarar" gibi bahisçilik/muhasebecilik ekseninden kurtarmadığımız sürece, demokrasi, hak, hukuk adına sağlıklı tartışmalar yapamayız.
Bir sorun olduğunda hemen parmaklarımızla "İşte gördünüz, Ergenekon, derin devlet, AKP, CHP, Kürtler, Türkler..." deyip bir kitleyi işaret etmeye başlarsak, demokratik hakları çiğnenenlerin değil, siyasal hesapların mücadelesi verilir. Ne yazık ki, bu argümanlar artık birbirlerini tetikler şekilde otomatikleşmiş durumda.
Bu ülkenin hala daha özümseyemediği bir kurum demokrasi. Demokraside esas olanın bireyin hakları olduğu, hakların "Onun işine yarar, o oy malzemesi yapar, oy oy oy" düşüncesi güdenlerce gündeme getirilmesinin "demokratikleşme" olmadığını idrak edemedik.
Bütün günahları "derin devlet" kavramına yükleyip, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir adet ekseni olduğunu ve onun da adının 12 Eylül adlı birey öğütme canavarı olduğunu unuttuk.
Bugün Türkiye toplumunun geldiği mental nokta, demokrasiyi özümseyici ve demokratikleştirici tartışmalar yapmaktan çok uzakta. Yeni meclise dair umutsuzluğu da bunun üzerine ekleyince, gündemin gelgitlerinde boğulup önümüzde apaçık duran bu sorunu fazlasıyla es geçtiğimiz kanaatine varıyorum.
Umarım 3-5 ay sonra ben haksız çıkarım. (BT)
* Bulmacaseverler haricinde bu kelimenin anlamını bilen yoktur muhtemelen. Mantık demektir efendim kendisi, kökensizce uydurulmuş ve dolayısıyla tutmamış Türkçe kelimelerden yalnızca birisidir. (BT/EÖ)