Radikal Cumartesi’de şümullü bir tartışma yürüdü geçenlerde; milli takımı tutmak ya da tutmamak üzerine. Tartışmanın başlama vuruşunu da, hadiseyi kapağa taşıyan Express dergisi yapmıştı. Meselenin ‘tutmamak’ tarafında kalan dergiye, Radikal Cumartesi’de Kıvanç Koçak önce bu halin hakkını vererek sonra da eleştirerek ‘neden tutmak’ üzerinden cevap vermişti. Ve peşi sıra da Mesut Çiçek yine aynı ekte, ‘ille de tutmamak’ zemininde kalmaya devam ettiği bir yazı yazdı, Koçak pozisyonunu eleştirerek… Memleket için gerekli bir tartışma ‘edebiyle’ ifa edilmiş oldu ki öznesi ‘milli takımı tutmak’ olan bir tartışmanın böyle cereyan etmesini yazarların ali cenaplığına bağladık.
"70 milyon arkanızda!"
Tartışmadan feyiz alarak ama tartışmanın temel kademelerine girmeyerek devam edelim:
Şimdi herhangi bir takımı tutma hali, özellikle sınıfsal, kültürel veya bölgesel dayanakları olmayan memleketimizde bir garip şekilde vuku bulur. En yaygın biçimi ‘babadan oğla’ olan bu formun mahalle baskısından, fiyakadan, dönemsel başarıdan, ‘can’dan, ‘canan’dan, vs’den kaynaklanan formaları da vardır. Tabi bu İstanbul’un üç ‘büyük’ takımı için geçerli tutma halleridir. Diğer takımları şevkle tutma hali ise ya yaş baliğ olunca, ya da kesif bir hemşerilik duygusu hasıl olunca olur. Peki ya, Milli Takım? İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Hani, Fenerbahçe Avrupa Kupası’ndayken, veya tam tersiyken diğer bazı taraftarlar rakibi tutunca problem olmaz da mesele ‘milli takım’a gelince, böyle bir tavır takınmak cesaret ister. Malum, her sınır dışı sportif eylemin sloganı ‘70 milyon arkanızda!’, gelir aklımıza. İçimiz ürperir, tüylerimiz diken diken oluverir.
Bir acayip hal ve durum
Peki, her ‘tek bayrak, tek millet, tek yürek’, ‘birlik ve bütünlüğe ihtiyaç duyduğumuz’, ‘dünyaya bedel olduğumuz’, ‘bizim bizden başka dostumuzun olmadığımız’ bu günlerde, istikrarlı bir şekilde sopa yiyen memleket ‘mazlumu ve mağduru’ bu toplara nasıl girer.
Hakikaten bir acayip hal ve durum… Acayip olan, on yıllar boyunca, elinden geldiğince, her ‘resmi’ ve ‘gayri resmi’ musibetlere, dilinin ve ‘boyunun’ yettiği ölçüde sözünü etmeyi esirgemeyen ve bazı bazı ‘delikanlılık’ sınırlarını bile zorlayan bir cemaatin ‘tutmamak’ için bunca sebebi varken, neden hâlâ ‘tutuyor’ olduğudur. Hatta ve hatta, bu tutma haliyle nasıl baş ediyor olduğudur. Ki, hepimiz kabul edelim: özellikle son dönemlerde (hele hele dünya kupası elemelerindeki İsviçre kepazeliği ile) milli takımın, tüm düz ve yan anlamları ile verdiği pozlar dayanılır gibi değildir.
Yenilsen de yensen de taraftarın senle!
Cevaplar ve sualler: Öncelikle, bu soruya cevap babında, ‘yurtseverlik’ başlığını bir es geçelim.
O cevaba söylenecek sözümüzü saklı tutarak, devam edelim. Daha sonra da, ‘tutmayınca başına geleceklerden korktuğu’ savını da geçelim. Ki az önce açtığımız ‘delikanlılık’ parantezi de bu suale cevap olsun. Ve bu ‘refleksiv tutma hali’ne dair edeceğimiz kelama gark olalım. Örnek olarak da son oynanan ‘irrasyonel’ bir maçı Türkiye- Çek Cumhuriyeti maçını alalım.
Neredeyse Tarantino performansı...
Sportif bir detayla başlayalım: Bu maçın ilk yetmiş dakikasında hem oyun hem de Terimsel ‘mimik performansı’ nedeniyle Türkiye’yi tutmamak için onca sebep varken, son on beş dakikada Türkiye’yi spor heyecanı ve performansı vesilesiyle tutmak için hayli sebebimiz vardı. Hele, son dakikada Volkan'ın ‘meczupluğu’ nedeniyle kaleye geçmek zorunda kalan Tuncay bir de gole giden bir topu çıkarsaydı, artık ‘futbol dilencisi’ için kâfi sadaka temin edilmiş olacaktı. İşte o vakit, izlediğimiz oyun bir oyundan çok Tarantino performansına dönüşecekti. Bu haliyle bile dönüşmedi demek zor: Türkiye-İsviçre, Kill Bill 1, Türkiye-Çek Cumhuriyeti, Kill Bill 2…
Yok öyle, artistik hareketler
Öte yandan, bizim meselemiz ‘yenilsen de yensen de taraftarız senle’ durumu. Yani resmin bütünü. Derdimiz de herhangi bir ‘şey’le taraftar olma konusunda ontolojik bir sıkıntı yaşayan ‘mazlum ve mağdur’ camiayla. Malum, ‘özgürlük’ gibi yaşamasal nedenlere kafayı takmaktan bitâp düşmüş fanilerle… Hele hele, düşünün ki; bir ülke var ve ne zaman kendi ‘taraftarlık’ kurgunuzla sahaya çıksanız, size dünyayı dar ediyor. Yani, ‘Şşşşt evladım, malzeme bu, hizmet koşulları da bu. Yok öyle, artistik hareketler!’ demeye getiriyor.
Misal ne yapıyor: ‘Altı üstü bir futbol maçı’ demiyor. Çünkü yaşamın diğer alanlarında ‘taraftar’larına hizmette kusur eylediği için, fırsat bu fırsat, bulduğu her toplu ‘sevinç yumakları’na dalıp, durumdan ‘uyku tulum’ları çıkarıyor.
Verdikçe veriyor ara gazı…
Sonra, takımın hocası, maçtan sonraki ortamı düğün yerine çevireceğine, ‘sıra dayağı ortamına’ çeviriyor. Elde cetvel, kaşta pergel öyle laflar ediyor ki sanki az önceki keyifli dersi anlatan o değil. Dersi seçip, seçeceğinize pişman oluyorsunuz.
Verdikçe veriyor mimiği…
Sonra, futbolcular çıkıp, öyle laflar ediyor, öyle hareketler yapıyor ki (bu hareket istikrarını sürdürenlerden biri de bu takıma kaptan olmaya devam ediyor), maçın aslen kiminle oynanıp oynanmadığı konusunda şüpheye düşüyorsunuz.
Belli ki biriktirdikçe biriktirmişler hıncı…
Sonra bir bakıyorsunuz, memleket medyasının ilk sayfaları kırmızıya dönüyor. Manşetler kopup gidiyor, tutana aşk olsun. Yetmiyor, bir gün sonra da manşetler devam ediyor. Önce içerden konuşuyor, sonra dışarıdan aktarıyorlar. Her daim ‘düşman’ bellediği Batı’nın ‘çılgın, deli, korkusuz, muhteşem, vs…’ Türk’e nasıl şaştığını yazıyorlar. (İnsan düşünmeden edemiyor, son dönem Batı tarihinin Türk’le olan yoğunluklu ilişkisi ‘şaşmak’ üzerine olduğunu bilmiyorlar mı?). ‘Abisi’ tarafından beğenilmek onu zevkten deli ediyor. Halbuki çok kısa zaman önce, aynı abiyi ‘çikolata’ (İsviçre takımı) yapmış, ‘Çek’ defteri yapmış. Ama yok, zere utanma, sıkılma yok. Ve, hala ‘kelam’ kuşanıp, dayanıyor Viyana kapılarına. Sanki o kapıdan vizesiz sokacaklarmış gibi. Sanki binlerce vatandaşını ‘mecburu nedenlerle’ oraya fethe değil, çalışmaya uğurlamamış gibi…
İhtiyar çocukluk ve ülke
Ez cümle, tüm bu olan biteni açıklamakta zorlanırken, nevi şahsına münhasır bir tespit, teşbih yapasımız geliyor, tüm bu hali pür melalimize; kendimizi de tenzih etmeden: Çocukluk.
Galiba bu haller bir türlü geçmek bilmeyen kolektif ‘çocukluk’ halimizle açıklanabilir. Eğrisi fazla, doğrusu az bir çocukluk. E müfredat, okul, sokak böyle olursa, cemaat de böyle oluyor. Tüm tutup, tutmama, sevinip sevinmeme, azıp azmama halleri, çocukluktan ergenliğe geçmeye çalışan, bu arada kırıp döken, yakalanınca azar işiten, fırsatı bulunca arkadan tekmeyi yapıştıran, yani ergen hayatların çocuk aklıyla, saflığıyla ve gaddarlığıyla dışa vurumu… Hesapsız, kitapsız, plansız, programsız. Ayağına potini geçiren, eline topu alıp fırlıyor sokağa. Aş yok, iş yok, özgürlük yok. Bir tek çocukluk hallerinde, kolektif bir ‘özgürlük’ performansları yapılıyor. Baksanıza, şu sevinç hallerine: Koca koca adamlar hayatta yapamayacakları, yapana ‘gıcık’ kapacakları türlü türlü ‘edepsizlik’leri, ‘aşırılık’ları ve yaramazlıkları kentin her meydanında yapmaktan çekinmiyorlar. Milli sevinç, anarşik bir ortama, dolayısıyla şekilsiz bir çocukluk performansına neden oluyor. Nasıl mı? İzah edelim… Özetle, tabii:
Böylesi bir galibiyet sonrası bile, büyükleriyle, ‘nasıl yaptım, nasıl yaptım’ diye kavga eden bir antrenör çocuk… Sevinci, hıncı, gururu, öfkeyi o kadar kısa sürede birbirine boca edecek kadar duygu cömerti bir antrenör çocuk… Maç sırasında, kendisini stadın ekranında görünce, mimik değiştiren, şekle şemâle giren, gözleriyle kendini izlemekten de yorulmayan yine aynı antrenör çocuk…
"Yazılı-görsel çocuk"
Öncesinde, sonrasında ve turnuva sırasında, işi gücü “adam asmaca”, haliyle ziyadesiyle para ütmece oynamak olan ‘bir kısım’ yazılı-görsel çocuk…Galibiyet sonrası, pişkin, pişkin ‘valla ben yapmadım, o yaptı’ diyen, kafasına göre yalan söyleyen ‘yazılı-görsel’ çocuk… Vakti zamanını, kökü dışarıda odak arayarak geçiren, ama bir türlü de o odaklardan geçemeyen, ‘toprak sahalarda’ diz çürütürken, ‘çim sahaya’ ağzı sulanan yine aynı ‘yazılı-görsel’ çocuk.
Yoksulluğun, yoksunluğun her türlüsüyle cebelleşen, ama bu ortamda bile ‘babası’na saygıda kusur etmeyen, onun canını elinden geldiğince sıkmamaya çalışan, kırk yılda bir alınan oyuncuğa deliler gibi sevinen ahali çocuk… Kafasına estiğinde, canı sıkıldığında arkadaşlarıyla sokağa inip, meydanlara taşmasına izin verilmeyen ve izni kopardığında da sokakta zıvanadan çıkan ahali çocuk…Sanki sokakları ona dar eden başkasıymış gibi, tüm bir karnavalı ‘milli beden dersi’ne çeviren yine aynı ‘çılgın’ ahali çocuk..
Ve tüm bu ahval ve şerait içinde dahi, olan bitenin vicdanen, ahlaken hakkını vermeye çalışan, o kadar dayağa rağmen mahalleyi terk etmeyen/edemeyen mazlum ve mağdur çocuk… ‘Hayır başka türlü bir oyun benim istediğim’ deyip, her fırsatta bas bas bağıran, sesi duyulmadıkça arkadaşlarına küsen, takımı bırakıp (haklı olarak) giden mazlum ve mağdur çocuk…Belki de en keyifli en şenlikli ve en sorunsuz zamanlarını beraber yaşadığı arkadaşlarına, mahallesine duyduğu özlemden, çocukluk arkadaşlarının tuttuğu takımı tutan aynı mazlum ve mağdur çocuk…
Yaygaranın kendisini tutmak
Bitirelim: Tüm bu garip tutma halini açıklamaya çalıştığımızda gidecek başka da bir liman yok gibi aslında, çocukluğumuzdan başka. Yani, ‘milli ve manevi’ değerler konusunda sorunlu olan ahali için herhalde aslında bir 90 dakika boyunca (zaten, o 90 dakika dışında neresi tutulası ki milli takımın!), tutulan, belki de aynı ahalinin bu toplumla kurduğu en saf, en ari ve tarafsız ilişkinin çocukluk halleri: Milli takımdan, milli sporcudan, milli yazardan, milli şarkıcıdan gayrı yaygaranın kendisini tutmak. Belki de sırf bu yüzden, ekran başında, koltuk tepesinde, maç izlerken, öyle garip garip heyecanlanıyor, ‘inatla tutuyor’ daha doğrusu ‘tutmayı istiyoruz’. Yoksa akıl var, izan var! Yani olacak iş mi…(TM/NZ)