Konu vize başvurusu, yer Almanya Konsolosluğu... Cümlenin gerisini getirmeye bile gerek yok herhalde. Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu, cümlenin bu kadarını bile duyduğu anda işin nereye varacağını çok iyi biliyor, ödü ile dışkısı arasındaki mesafe hemen kısalıyordur...
Almanya'yı çıkarıp yerine 'gelişmiş' bir ülkeyi koyun, vaziyet değişmez. Lakin, yılların performansı ile 'panzerler' ayrı bir muameleyi hak ediyorlar. 'Hak'larını yemeyelim.
Önce tekmil verelim de yanlış anlaşılmasın; kuyruğumuza basıldı diye havlamıyoruz! İki senedir, insanların vize yollarında yaşadıklarını cümle aleme duyurmak için bir web sitesi organize ediyoruz, daha doğrusu etmeye çalışıyoruz: www.vizesiz.net.
Bunun yanında, hayatımızın son on yılını, gezegeninin adalet ve eşitlik sesleri nerede çıkıyorsa, onları kovalayarak, küresel ailemizle, Kenya'dan Meksika'ya, Brezilya'dan İsveç'e, Kanada'dan Ürdün'e bilumum ülkelerde muhabbet ederek, toplaşarak, 'bu gidiş gidiş değil' diye bağırarak geçirdik. Mevzu insanlık olunca sınır mınır tanımadık, hepitopu 250 senelik ulus-devlet efelenmesine kıllanıp durduk. Hadiseyi kendimize de saklamayıp, yazdık, konuştuk, anlattık. Kayıtlarda vardır.
Bunları yaparken de, TC yurttaşı olduğumuzdan, her daim yoğun vize 'kucaklaşmalarına' nail olduk. Karşılığı bile olmayan bu 'romantik' ilişkide, konsoloslukların kayıtlarında, koridorlarında, cam arkası görüşmelerde, muhatabımız tarafından 'kucaklanıp' durduk. Onlar kucaklarken, biz altımıza kaçırır gibi olduk. Çoğu zaman kızdılar, ender zaman sevdiler. 'Haklarıydı', ellerinde her türlü yetki vardı, ilişkinin seyrine de karar verebilirlerdi. "Baba evi"ne sığınmak da çare değildi. Zaten "baba"mız bu tip durumlarda hiç ortalıklarda gözükmezdi... Kendi adıma, bu ikili ilişkiyi biraz daha insan gibi yaşadığımı, utanarak, itiraf edeyim: Şanslıydım, 'ikna ediciydim', 'kendi yağımda kavrulduğuma' da kanaat getirildi herhalde: Çok rahat, kısa zamanda, onlarca kez vize aldım.
Son sefer hariç...
Sıkıcı bir hikaye
Yaşayan bilir; vize başvurusu, 'çığlık' sahnesiyle başlayan korku filmi gibidir. Dakka bir, gol birdir. Film bitene (cevabı alana) kadar da, gözler fal taşı, mide çoban salatası bekleyip durursunuz. Formu doldurmaya başladığınız anda birey olmaktan çıkar, artık "konsolosluğun" demirbaşı olarak kayıtlara düşersiniz. Arkadaşlarınıza bile söylemediklerinizi 'belgelersiniz', ailenizden gizlediklerinizi açık edersiniz. Hiç iş değildir ya ama el mahkum, 'medeniler'in insanlık tarihinden bir dönemliğine devraldıkları topraklara gidip tarihle, siyasetle, kültürle hemhal olmak için, evrak üstüne evrak koyarsınız.
Tarih, 26 Nisan 2010, saat 7:30, yer Almanya Konsolosluğu, vize bölümü. Gitme nedeni; St.Pauli'nin 100. yıl etkinlikleri. Gidiş tarihi 11 Mayıs, dönüş tarihi 20 Mayıs.
Uçak bileti alınmış, davetiyeler hazır (St.Pauli kulubü 100.yıl etkinlikleri koordinatöründen resmi davet, Almanya vatandaşı bir insandan kişisel 'resmi onaylı' davet). Aracı şirketin (IKS) telefonda söylediği ve e-maille istediği belgeler hazır.
Ama önce biraz geriye dönelim, buraya kadarki hikayeye göz atalım, malum 'gerekli belgeler' de mahalle muhtarından temin edilmiyor. Hem efor hem de mangır gerektiriyor. IKS'yi arayıp, sadece vize randevusu almak: 23+3 (Banka payı ile), 26 TL. İki ay önceden, ucuz olsun diye alınan uçak bileti (ertelenemez, değiştirilemez) 235 TL. Zorunlu seyahat sigortası 20 TL. Sizi insandan başka her türlü formata sokan 4 adet biyometrik resim 10 TL. Kapıdan içeri girer girmez gitmekle yükümlü olduğunuz UPS masası 15 TL ve size vize uygulaması boyunca verdikleri 'leziz hizmet'in karşılığı 60 Euro (120 TL). Total 426 TL.
Hepsini verdim haliyle! Yola, fotokopiye harcanan nakit, iş-güç kaybından doğan zararı mevzu bahis etmeyelim, o bizden olsun. Ez cümle, gitmeden pamuk eller cebedir. Hele bi de pasaportunuz eski ise, güzel ülkemizin yetkilileri de sizi, pasaport şubesinde bekler, ufak çaplı bir servet talebiyle...
İşi garantiye de almışlardır: Ne bu parayı ne de bıraktığınız herhangi bir evrağı, geri isteme hakkınız yoktur. Doldurmakla yükümlü olduğunuz Schengen vizesi başvuru formunun ilerleyen sahifelerinde, uzun bir metnin altına imzayı basarsınız. İşte o imza, kucaklaşmanın maddi bedeli olur. İmza atmama şansınız yoktur, itiraz hakkınız güzel bir hayalden ibarettir, maddi ve manevi hak talepleriniz yok denecek kadar azdır. Evraklar ise 5 sene, ilgili devletin, sizi ileride kucaklamadan önce çıkarıp çıkarıp seveceği çeyiziniz olarak, 'onların' emanetinde kalır. Yok öyle 'zavallı' Türkiyeliye özel hayat, mahremiyet, cart, curt...
Tarih 26 Nisan 2010, saat 07:40, yer aynı... Külltür bölümündeki hanfendi ile görüşülüyor. Kendisi son derece nazik. Evraklara ikna olunuyor ki, fazla soru sorulmuyor. Sözleşmeli çalışan olduğumuz teyit ediliyor. 'Evet, telifli çalışan gazeteciyim' diye de bir teyit benden... Gidiş nedenlerim, ilgili evraklarla beraber inceleniyor. Yine soru sorulmuyor. Halbuki, kucaklanmanın daha keyifli olması için nefis bir konuşma hazırlamıştım. Yazık oluyor. Gazeteci-yazar olduğumuzu 'ispat' eden, dergi-gazete-kitaplardaki yazılarımızdan bazılarının fotokopileri inceleniyor. Almanca bir çeviri yazımız dikkat çekiyor. Görüşme çok kısa sürüyor. Sistem bozuk olduğundan (kendi ifadeleri), 60 euroyu ödediğime dair bir makbuz, dolayısıyla, vize takip numarası alamıyorum. Özür dileniyor ve beklememem için makbuzun pasaportumla beraber bana iletileceği söyleniyor. Herşey ne de güzel başlıyor!
Tarih 28 Nisan 2010, öğle saatleri. Konsolosluktan aranıyorum. Bana ulaşılamadığından, işyerimi arıyorlar. Not bırakıyorlar; 'eksik' evrak var diyorlar. 'Bizi arasın' diyorlar. Şaşırıyorum, ne istedilerse ve bende mevcutsa getirmiştim halbuki. IKS şirketinin bana yolladığı 'vize başvurusu için gerekli evraklar' listesine bir daha bakıyorum. Ve benden eksik diye istenen evrakların listede olmadığını görüyorum. Ama pardon, altlarda bir not var, 'gerekliği olduğu takdirde, konsolosluk ek evrak isteyebilir.'
Nefis bir laf... E biz Türkiyeli olarak mis gibi yasa maddelerinin altında kabiliyetli 'düzenlemelere' zaten alışığız. Böylece 5 Nisan 2010'da yürürlüğü giren Vize kolaylığı anlaşmasının minik düzenlemelerle nasıl by-pass edileceğini de öğrenmiş oluyoruz. 'Eksik' evrak diye benden hesap cüzdanı, bana ait bir tapu ve SSK'lı veya Bağkur'lu olup olmadığımı gösteren bir belge isteniyor. İçimden, 'aha işte şimdi başlıyoruz' diyorum. Sözleşmeli olduğumu belgelememe ve benimle görüşen hanfendinin de bunu söyleyerek teyit etmesine rağmen, benden hala SSK, Bağkur belgesi isteniyor; konsolosluk görevlileri şakacı olmaya çalışıyor, lakin bu konuda yetenekli değiller, belli ki...
Tarih 29 Nisan, sabah saatleri. Hava pek güzel, şehre bahar gelmiş. Güne güzel başlamak için herşey hazır. Tek korku, konsoloslukla yapılacak telefon konuşması... Telefon sürekli meşgul. Tuşlara rekor hızla basılıyor, bir boşluk yakalamak için... En sonunda, bir hanfendi telefonu açıyor. Ses tonundan anlıyoruz, şehre bahar gelmiş ama konsolosluğun oralar hala kış. Meramımızı anlatmaya çalışıyoruz. Hanfendinin, cümlelerimiz bitmeden, en fazla iki kelime kullanarak verdiği sert cevaplar bahar havamızı alıp götürüyor.
O: 'Kiminle görüşeceksiniz?
Ben: Bilmem, siz aramışsınız, eksik evrak var diye.
O: Kiminle görüşeceksiniz beyefendi? (sesteki ton artmaya başlıyor)
Ben: Bilmiyorum, siz aramışsınız.
O: Kimle görüştünüz beyefendi?
Ben: Nasıl?
O: Hangi vize bölümüne başvurdunuz?
Ben: Kültür
O: Hangi kültür beyefendi, iki kültür var? (ses tonu artık kara kış, sorular çok zor, belli çalışmış)
Ben: .... (cevap veremiyorum, soru tuzak soru gibi, vereceğim her cevap aleyhimde delil olarak kullanılabilir)
O: Sağdaki mi soldaki mi?
Ben: Sağğğğ (bu kadar basit miydi cevap... Allahım bildim, çok mesudum! )
O: Numaranız?
Ben: Ne numarası?
O: Ne demek ne numarası, vize takip numarası?
Ben: ... Yok öyle birşey bende. Ne ki o? Vize randevu numarası mı?
O: Hayırrr, vize takip numarası. Makbuzda yazan numara... (ses artık sibirya soğuklarını getiriyor)
Ben: Hanfendi, sisteminiz bozukmuş bana makbuz vermediler...Dolayısıyla numaram yok...
O: Sistemimiz bozuk falan değildi! (seste nasıl gereksiz nasıl tipsiz bir kinaye, soğuk iyice sertleşiyor)
Ben: Bozuktu hanfendi..Hem benim size yalan borcum mu var? Elimde numara olsa niye söylemeyeyim. Bu sevimsiz muhabbeti neden bu kadar uzatayım? (manyak mıyım ben? yaaa. Neyse, artık ben de kışa girmeye iknayım)
O: Soyisminiz? (Bitti valla..Bu kadarmış, ama ben de bittim...)
Sonrası başka bir görevli ile yapılan gereksiz, anlamsız bir konuşma. Benden istenileni bile ben söylüyorum, o kadar saçma yani. Eksik evrak falan hikaye, belli ikna olunmamış mali ve manevi pozumuza. Herşeyi isteyebileceklerini söylüyorlar. Evet istersiniz de, bu hadisenin 'saçma' sizlerin de 'kötü niyetli' olduğunuz gerçeğini değiştirmez... 'Tamam' diyorum, 'getirecem evrakları, ne zaman peki?'. 'Hergün öğleden sonra' diyor. Kapıyorum.
Tarih 30 Nisan Cuma, eksik evrakları vermek için Konsolosluğa gidiyorum. Kapı duvar. Meğerse, cuma öğleden sonra çalışmıyorlar. Telefondaki arkadaş önemli bir detayı vermeyi unutmuş.
Tarih 1 Mayıs... İşçi Bayramı 32 sene sonra Taksim'de kutlanıyor. Bahar da meydan da ne güzel! Pek mesuduz!
Tarih 3 Mayıs. Eksik evraklar konsolosluğa götürülüyor. Hedef, hem evrakları vermek hem de en başta yapmayı düşündüğüm konuşmayı yapmak. Tabi akıllı birini bulursam. Kapıdaki görevli, numarayı soruyor. 'Eyvah!' diyorum, yine başlıyoruz. 'Bana numara vermediniz, sistem bozuk diye' diyorum. Adam, şaşırtıcı şekilde hemen durumu kavrıyor. Halbuki azarlasa, 'hakkıdır'. Ne de olsa, karşısındaki birşey diyemeyecek. Belli ki, o da bahara ikna... Evraklarımı alıyor ve beni gönderiyor. Yine kimseyle konuşamıyorum.
Tarih 4,5,6,7,8,9 Mayıs... Ses yok ama Almanya'daki arkadaşların siparişleri alınıyor, hediyeler hazırlanıyor, işler güçler bitiriliyor. Ne de olsa yakında yolculuk var. Garip de bir heyecan hasıl oluyor bünyede... Hayatta da her şey yolunda gidiyor. Bu güzel tabloda tek bir eksik var; konsolosluktan gelecek haber!
Tarih 10 Mayıs... Final günü... Bu gece uçuyorum, daha doğrusu uçacağımı zannediyorum. Gün boyunca konsoloslukla hem sanal hem de sözlü iletişim halindeyim. Mideme birşeyler oluyor, yanıyor, acıyor, ekşiyor. Dudaklarım kuruyup duruyor. Geçen haftaki beklemelerden biriken stress şimdi sahne alıyor.
'Bugün uçağım var ve siz 2 haftadır bana cevap vermediniz!' yollu mail ve telefon trafiği yapıyorum. Cevaplar birbirini tutmuyor. Bir 'Eyvah!' daha diyorum, işler karıştı galiba. Midem artık bana yabancı. Vücudumun o kısmıyla irtibatım tamamen kesiliyor. Garip bir ateş basıyor. Kendime 'vize-phobia' teşhisi koyuyorum: Tüm vize sürecinin bünyede yarattığı bir çeşit psikolojik tahrip. Yapmam gereken işlere konsantre olamıyorum, yazılarımı yazamıyorum.
Saat 16.00 oluyor. Hâlâ haber yok. Almanya Konsolosluğu'nun başrolünü bana vererek çektiği bu gerilim filminde gönülsüz sahne alıyorum. Hitchcock'un 'Kuşlar'ındaki 'telefon kulübesine' kısılmış gibiyim. Kargo her an gelebilir diye iş yerini terk edemiyorum, telefon açarlar da cevap veremem diye tuvalete gidemiyorum. Artık terlemeye de başlıyorum.
Saat 17.30, telefonuma mesaj geliyor: '... no'suyla taşınacak gönderiniz konsolosluktan teslim alınmıştır. Teslimat 11.05.2010 tarihinde yapılacaktır.' Kuşlar beni kulübede fark ediyor... Hem başvurumda, hem ekli evrakta hem yaptığım konuşmalarda hem de yazdığım maillerde akşam uçağım olduğunu defalarca belirtmeme rağmen, bana hala pasaportumu bir gün sonra vereceklerini söylüyorlar -hoş buna da şükür, 'pasaportu bir gün sonra da verebilirlerdi' ve benim yine 'yapacak hiçbir şeyim!' olmazdı.
Zaman geçiyor ve kuşlar artık telefon kulübesinin kapısını aralıyorlar. Kargo şirketine telefon açıyorum, durumu anlatıyorum, 'uçak biletimi konfirme etmem halinde' teslimatı elden alabileceğim söyleniyor. Yalnız acele etmem gerekiyor. Saat 19.30'da kapanıyorlar. Herşeyi bırakıp, şehrin bir ucuna doğru yola koyuluyorum. Neyseki, yolda bir aksilik olmuyor ve kargoma ulaşıyorum. Hemen zarfı açıyorum, telefonumla da arkadaşıma haber vermeyi hayal ediyorum: 'Geliyorum' diye. Artık pasaportum elimde, hemen sayfalarına bakıyorum, bir daha, bir daha... Acaba bende mi bir problem var da göremiyorum diye düşünüp, eski Schengen vizelerime tekrar bakıyorum, onların arasında gizlenmiş mi diye...
Normal bakıyorum olmuyor, şaşı bakıyorum olmuyor. Vize yok....Ve kuşlar artık içeride...
Tarih 10 mayıs saat 18.30. Vize başvurumun üzerinden tam 2 hafta geçmiş... Pasaport nihayet elimde. Kargo şirketinin karşısında benden başka kimsenin olmadığı parktaki bir bankta oturuyorum ve 'vizesiz' pasaportuma iliştirilen 2 sayfalık Almanca 'red formu'na bakıyorum. Daha doğrusu ben evrağa, evrak bana bakıyor. Aradaki iletişim sıfır. Hem fiziken hem ruhen bitmiş haldeyim. Bir devletle yaşamış olduğum bu eşitsiz, haksız, sevimsiz ve gaddar ilişkinin bittiği buz gibi iki sayfada yazıyor ve ben bunu bile anlayamıyorum.
Çünkü Almanca bilmiyorum. Arkadaşıma mesaj atıyorum: 'Gelemiyorum, vize vermediler!' diye. Evet, 'vermediler' diyorum... Çoğul takısı kullanıyorum. Çünkü onlar, çirkin bir tekil içinde gizli çoğullar olarak, bana yüzlerini bile göstermeden 'seni ülkemizde istemiyoruz' deme cüretini, meşruluğu kendinden menkul yasalarında bulabiliyorlar. Ve ben uçağımın kalkmasına saatler kala, bir parkta elimde an itibariyle hiçbir halta yaramayan pasaportum, bu rezaleti teyit eden 2 sayfa metin, sırtımda arkadaşıma götürmek için aldığım hediyeyle oturuyorum. Kuşlar sanki etimi koparıyor, benimse vücudumda garip bir sıcaklık var: hüzün, nefret, isyanla karışık.
Anlamadığım bir dilde, Almanya'ya neden gidemeyeceğimin gerekçesinin yazılı olduğu kağıda bön bön bakıp, önümdeki 10 günle ilgili kurduğum tüm hayalleri bir bir hafızamdan temizliyorum. Sonra, arkadaşım beni arıyor... 'Oku bana' diyor, 'neden reddetmişler...'
Okuyorum: O da çeviriyor. Parkta, beni topraklarında görmek istemeyen bir ülkenin dilinde Berlin'e konuşuyorum. Kendime bunu bile yapıyorum, bana bunu bile yaptırıyorlar. Berlin'de oturan arkadaşım, yanına gitmesine izin verilmeyen arkadaşının 'okuduğunu anlamayan' Almancasından anladıklarını aktarıyor: 'Gitme gerekçemi inandırıcı bulmamışlar', 'kalacağım on gün zarfında kendi kendi bakabileceğime inanmamışlar'. Falanlar, filanlar...
Herkes için hazırlanmış bir 'red metni'nde tükenmez kalemle işaretlenmiş iki gerekçe kutusunun karşılığında mealen bunlar yazıyor. Bunca senelik vize tarihimde, benim aslında 'yalancı biri' olduğumu fark eden tek 'akıllı'nın Alman konsolosluk görevlileri olduğunu fark ediyorum. Zekalarına hayret ediyorum, bu duruma tanık olmalarını istiyorum. Lakin elime tutuşturulmuş bir metinle sokak ortasında terk edilmişim ve onlar yine yoklar. Meğerse, yurtdışına yaptığım tüm geziler yalanmış, kafamın içinde başka planlarla dünyayı gezip durmuşum, açlıktan ağzım kokarak, ondan bundan kalacak yer, yiyecek aş dilenerek... Lakin, 'insan sarrafı' olan bu münevverler, herşeyi titizlikle incelemişler de, Almanya'ya vize başvurusu yapmanın şartı olarak 'Almanca bilme şartını' not düşmeyi unutmuşlar.
Yoksa, tüm görüşmeleri Türkçe yapan birine (Gerekirse çatır çatır İngilizce, az buçuk İspanyolca da yapardık) Almanca red cevabı vermek, ya şakacı bir mizaca sahip, ya da 'terbiyesizliği' iyice ele almış birilerinin yapacağı iştir. Tecrübelerimizden çıkardığımız, konsolosluk görevlilerinin öyle pek de şakacı insanlara benzemedikleri...
Geriye kalan diğer ihtimali ise dikkate bile almak istemiyorum. Ayıptır, koca devletin koca konsolosluğunda çalışan koca koca adamlar/kadınlar terbiyesiz mi olacak! Olmaz öyle şey...
Eziyetin milliyeti olmaz. Zulüm düşmanından da gelse, komşundan da gelse zulümdür. O nedenle, tüm bu süreç içersinde yer alan konsolosluk görevlilerinin çoğunun, bu topraklarda yaşayan insanlarla kültürel ve sosyal bağı olan kişiler olması beni çok da bağlamaz. Onların bileceği iştir. İnsanlık, bayrak altında test edilmez, vicdanla, akılla ve tarihle test edilir. İşte tam da bu nedenlerle, zalimle ittifak yapanın tarihte verdiği poz kayıtlarda mevcuttur. Resim çok güzel değil, uzun süre bakmasınlar. Canları sıkılır. Bu saatten sonra da, ortaya çıkıp 'Yahu biz ne halt ediyoruz. İş mi bu yaptığımız!' demelerini beklemiyoruz. Rahat olsunlar!. Zaten bir kişi de duymuş değiliz, 'Bir vize görevlisinin hatıraları' diye kitap yazsın, yaşadıklarını anlatsın, günah çıkarsın. Ama şunu da bilsinler: 'Ben konsoloslukta çalışıyorum' diyince, 'Ooo sağlam ilişki, hemen kazık bağlayayım' demeyenler de var bu memlekette. Onlardan da çok hayır duası almıyorlar. Ve işin fenası o 'beddualar' çok iyi bildikleri bir dilde yapılıyor: Türkçe'de.
Celladının yüzünü görmemek
Birileri çıkıyor ve size diyor ki; 'Sen aslında dediğin yere, dediğin niyetle gitmiyorsun, amacın başka!' Bu laf sokakta söylenmiyor, resmi bir kurum tarafından resmi bir metinde ifade ediliyor. Peki siz böyle soruya ne cevap verirsiniz! Öncelikle soru sahibini 'tebrik etmeniz' gerekir. Sonuçta insan üstü bir tavır göstermiş, geleceği görmüş, sizin de 'ne mene bir kişiliğiniz' olduğunu hemen anlamış. Kaçmamış yani.
Peki, tebrikten sonraki kelamınız ne olur? Kendi kelamımla durumu izah etmeye çalışayım. Çünkü, burada 'yalancı' bana deniyor, yani mevzu biraz da kişisel. Hemen bir soruyla gireyim konuya; aynı üslup ve keyfilikte geliyor: 'Sen de aslında o oturduğun yerde, temel insani erdemlerle donanmamış bir şekilde oturuyorsun, mevcudiyetinin yegane temeli de bu!' Hayır ortam rahat ya, aklına geleni üfürmek serbest, e ben de üfürüyorum o zaman. Yapılan işin kendisi o kadar saçma ki, nereden tutarsan elinde kalıyor.
Yani, konsolosluk görevlilerinin benim amacımın ne olup olmadığını bilmek için 'olasılık' üretmekten başka ne şansı olabilir. Hadi, yüksek çözünürlüklü olasılık ürettiler, bunu test etmek için ellerinde gelecekten (yani gerçekleşmemiş eylemlerden) başka ne var!
Önceki vizelerime baksınlar, sürelere nasıl riayet ettiğimi görsünler! Açsınlar 'birlikdaş'larına sorsunlar, 'bu adam şu amaçla gittiğini söylemiş, peki o amaca riayet etmiş mi?' diye. Veya kolayı var: Kendilerine de verdiğim yazılarımı okusunlar, zamanlarını almazsa bir de google yapsınlar, 'amaçlı' ziyaretlerimin yazılarını görsünler. Ama ne gereği var böyle 'mantıklı', 'akıl dolu hareketlere', alacak saçma sapan kararlar varken...
Misal şu nasıl; başka bir Schengen ülkesinden vize alıp Almanya'ya gittim, aynen belirttiğim amaç doğrultusunda St.Pauli'nin etkinliklerine katıldım, e gitmişken Berlin'e de uğrayıp gezdim, gördüm, muhabbet ettim. Ne aç kaldım, ne açıkta... 20 Mayıs'ta da Türkiye'ye geri döndüm. Planladığım gibi hareket ettim yani. E, ne yapacaklar o zaman? Lakin nasıl olmamamış eylemler üzerinden 'suç' üretmeleri, olmamış eylem sahibini yalancılıkla suçlamaları saçma, irrasyonel ve komikse, benim bu tasavvurum da komik oluyor.
Ama böyle bir ihtimal de var değil mi? Hem suç kişisel değil mi; ülkelerine yerleşmesini istemedikleri insanların Almanya'ya gelmesini engellemek için icat ettikleri bu uygulamanın içine bu 'suçu' (ne suçuysa) işlememiş olan insanları da dahil etmeleri ne acayip birşey... Onların şu anda 'suç' dediği onlarca yıl önce suç olmayan, muhtemel bir yüz yıl sonra da var olmayacak bir fiili tamamen 'tasavvur' ve 'tahmin'lerle nasıl başkalarının üstüne zimmetleyebilirsiniz? Konuyla alakası yok (aslında bayaa da var) ama altını bir daha çizelim: Hiçbir insan yasadışı değildir! Velhasıl, bu işin mahkeme parodisi aynen şöyledir: ''Suçlu ayağa kalk. Şu zamanda, şurada suç işleyeceksin, suç işleyebilirsin... Çünkü oraya gidiyorsun, tipin de güven vermiyor. Cezan da budur!'' Böyle saçma bir şey olabilir mi? Bir zahmet, şu gerekçeye bürokratik sözleşmeler dışında, rasyonel 'hukuki' bir gerekçe gösterebilirler mi? Kendim için değil, insanlık için istiyorum: benle istediğiniz kadar dalga geçme hakkınız olabilir de, evrensel hukuk normları ile de bu kadar kafa bulunmaz ki...
Konu vize olunca, işin doğası gereği, vahim bir 'gayri-ciddilik' ve 'keyfilikle' karşı karşıyayız. Birileri, sahip oldukları ayrıcalıklı ve tartışılamaz pozisyonları sayesinde, oturdukları yerden, tamamen kendi 'tahmin' ve 'tasavvurları' ile karar almakta, insanların onuruyla, haysiyetiyle oynamaktadır. Ve tüm bunlar yaşanırken ben evrensel ve ulusal insan hakları beyannamelerinde sıklıkla vurgulanan dolaşım özgürlüğü ve özel hayatın gizliliğini haklarımı ihlal eden bu karar sahiplerinin yüzünü bile göremiyorum. Ferman yüzüme okunuyor ve boynuma yağlı urganı geçiren celladın yüzü kapalı.
Yanlış anlaşılmasın, yüzlerinin çok da meraklısı değilim, bana ne... Lakin bana yalancı diyen (demeye getiren özellikle demiyorum, çünkü diplomatik vurgu çıkarılırsa denen tam da bu) birine de en başta 'sen ne hakla ve hangi gerekçelerle bana yalancı dersin!' deme hakkını da kendimde görüyorum. Yani kafamı alan celladın kafasının içini görmek istiyorum. Şöyle kendilerini karşıma alıp, tamamen insan hakları hukuku, felsefesi ve tarihi bağlamında benim Almanya'ya gitme hakkımın 'yalancılık' ve 'yetersizlik' gerekçeleri ile engellenebilmesini tartışmak istiyorum.
Tahmini suç tasavvurlarınız sizi bağlar, ben hayatımı tam da sizin bana atfettiğiniz insani pozisyonun dışında yaşıyorum ve bunu size ispat etmeyi de zul buluyorum. Kararınızı ahlaken ve felsefi olarak tanımıyorum. Bu da tarihe bencileyin, küçük bir not olarak düşsün.
''Ben Tan Morgül, Almanya Federal Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu'nun, Almanya'ya giriş 'hakkım'ın yukarıdaki gerekçelerle engellenmesi kararını ahlaki, vicdani ve felsefi saiklerle tanımıyor, reddediyorum. Bunu hiçbir kişisel çıkar gözetmeden tamamen özsaygım, haysiyetim ve onurum için yaptığımı da özellikle belirtmek istiyorum.''
Ekonomik Sermaye, Sosyal Sermaye
İşin 'mali yetersizlik' boyutuna dair de kısaca şunu diyeceğim: Hayatım boyunca kredi kartı kullanmadım, yakın zamana kadar banka kartı da kullanmamaya çalıştım. Ama artık, bazı nedenlerle banka kartım ve hesap cüzdanım var. Nasıl ki insanın hayatta duygusal, felsefi, dini seçimleri varsa, siyasi seçimleri de vardır. Benim siyasi seçimlerim arasında da 'bankacılık' sistemine olabildiğince uzak durmak gibi bir tercih vardır. Hesap cüzdanımı binlerce TL ile doldurabilirdim; her daim yapılageldiği üzere... Böyle bir çevrem de var. Birkaç günlüğüne ailemin sahip olduğu mülkleri üzerime geçirebilirdim. Araya 'hatırlı' ilişkiler sokabilirdim. Hiç olmadı, Almanya konsolosluğu vize çilesi her daim böyle diye, gidip koşulları daha insani olan başka bir AB üyesi ülkeden schengen vizesi alabilirdim.
Tahmin edilmesi zor olmayacak nedenlerle (okuyucu için kolay, konsolosluk görevlileri için zor) yapmadım. Mesele, tavır meselesi, bulunduğum ahlaki pozisyonu koruma meselesi. Lakin, başlı başına irrasyonel, gayri-mantıki ve saçma olan vize verme kriterlerinde iyileştirme yapılması düşünülüyorsa; insanları ekonomik sermayelerine göre tasnif ettikleri gibi, sosyal sermayelerine göre de tasnif etmeyi öğrenmeliler. Akılları yatmayabilir, saçma bulabilirler ama bazı insanlar da yaşamlarını ekonomik kapitallerini büyütmek için değil sosyal kapitallerini büyütmek için yaşıyorlar, tercihlerini buna göre yapıyorlar. Benim yaşamımı Almanya konsolosluk görevlileri, bir nedenle de cüzdanımın şişkinliğine göre değerlendirmişler. Yanlış yapmışlar, çünkü ben yaşamını buna göre şekillendiren bir insan olmadım. Sosyal sermayeme göre değerlendirmeleri gerekirdi, ki bu konuda ellerinde yeterince 'kültürel ürün' de vardı. Yapmadılar, kişisel kapasitelerine ve kötü niyetlerine veriyorum. Ama, onlar öyle değerlendirdiler diye, seçimlerimi de değiştirecek değilim. Bu arada merak etmesinler, tercihlerim böyle diye sürünüyor da değilim.
Son söz yerine: Vize, sadece kişisel bir hak ihlali değildir. Sistematik bir insan hakları ihlalidir. Bu nedenle yarattığı kişisel travma dışında tamamen yapısal saiklerle ideolojiktir de. Bu ideolojik faaliyet, ATAD kararlarına, ilgili 'kurucu anlaşmalara' rağmen, görüşmelerdeki keyfiliği ve tutarsızlığı da içeren bir şekilde sürmeye devam etmektedir. TC Dışişleri Bakanlığı, önceki bireysel davalarda da olduğu gibi, sürece hiçbir şekilde müdahil olmamaktadır. Kendi yurttaşları arasında ayrımcılığa neden olan 'yeşil pasaport' uygulaması nedeniyle bile sorunlu bir bakış açısına sahip bu resmi politikanın, başta Schengen prosedürleri olmak üzere tüm vize süreçlerindeki 'kahredici' sessizliği devam etmektedir. Yurttaşını, konsolosluk kapılarında böylesi keyfi uygulamalara ve muamelelere 'mahkum' bırakan, kırmızı ve yeşil pasaport sahiplerinden mütevellit siyasi iktidarların üzerindeki siyasi ve insanı vebal hiç de az değildir. Bunu da not düşmüş olalım.
Aşağılandım, insanlık onurum incindi ve hakarete uğradım. Kişisel gelişimimde yer tutacak kültürel bir etkinliğe katılımım engellendi. Hayatımın geri kalan kısmında, bu faaliyete katılamadığım için her daim biraz eksik olacağım. Ve bu eksikliğin nedeni kişisel hatalarım değil, İstanbul Almanya konsolosluğunda oturan 'birileri'nin 'kerameti kendinden menkul' değerlendirmeleri. İşte bunu kabul etmekte çok zorlanıyorum. Yine bir devlet dersinde, tahtaya kaldırıldım ve insanlık sınıfının önünde küçük düşürüldüm. Şahsıma ve tüm vize mağdurlarına yapılan bu 'gayri ciddi' ve 'gayri ahlaki' muameleyi kabul etmediğimi tekrar belirtiyorum.
Konsoloslukların çektiği hiçbir korku filminde ne oynamak istiyorum, ne de o filmi izlemek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti'nin de salonlarında inatla gösterime sokulan bu 'sakıncalı' filmler konusunda biraz daha hassas ve sorumlu olmasını talep ediyorum: bir yurttaş olarak değil, yanlış anlaşılmasın, bir insan olarak...(TM/EÜ)