(Bu değerlendirme sadece ilk tur maçlarını kapsar)
İlk tur maçları bitti; kupaya dair bir racon “tayini” yapalım veya daha efendi bir deyişle “ontolojik” kalecimiz Albert Camus’nun taktik okuması ile kupanın ilk raunduna bakalım. Sarı, kırmız kart onların olsun, biz takımlara Camus kartı gösterelim.
Önce bir hatırlatma, ne demişti yazar ve kaleci Albert Camus: “Hayatta ahlaka dair öğrendiklerimi futbola borçluyum, çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeye gelmiyordu.”
İkinci tur maçları başlamışken, bu Dünya Kupası’nın baya bir “Copa Americana” süsü verilmiş kupa olduğuna dikkat çekmek gerekir. Kişisel notu da çakalım: İlk tur maçları sonucunda ömrü hayatımın (belki de bu yüzden) en zevkli kupalardan biri. İlk üçün diğer ikisi ise 1982 (Brezilya valsi), 1986 (Maradona solosu)... Öte yandan, gezegenin egemen futbol kültürlerinden (liglerinden) olan İspanya, İngiltere, İtalya’nın daha ilk turda havluyu atmaları, emperyalizme vurulan bir darbe niteliği taşımasa da az buz bir şey sayılmaz hani. Buna dair kelamımızı saklı tutalım. Zira mevzumuz, teknik-taktik değil, etik.
Avrupalılarla açalım: Gidenlerin arkasından kötü konuşmak olmasa da hele önce şu “üç büyükler”e dair kelamımızı bir edelim. Diğer büyük Almanya hakikaten her açıdan pek bir değişik, hem zaten yürüyor gidiyor fazla söze hacet yok; şimdilik. Söylemiştik, mevzumuz oyundan ziyade oyun ahlakına dair. Hal böyle olunca, üç “İ”ler, Camus’dan geçer not alıp listeye girmiyorlar. Efendilik sıralamasının başına İngilizler kuruluyor; hem maç sırasında hem de maç sonrasında gösterdikleri centilmenlik takdire şayandı. Ki pek de bir umutlu gelmişlerdi kupaya, ona rağmen kaybedince hiç çamura yatmadılar. Ama zaten bunu hep yapıyorlar. İspanya’nın oyununa ve Casillas özelinde “yüzüne” yerleşen kesif hüzün ise pek bir acıydı, değinmeden geçmek olmaz. Son üç kupanın efendileri (2 Avrupa 1 Dünya) bu sefer gol olarak değil “acı ve keder olup yağdılar”. Ama ne bir “adilik” ne bir tahammülsüzlük... Ramos bile kendi çapında “atar” yaptı.
İtalya’ya olduk olası gıcık olsak da – ki Gentile’li, Materazzi’li bir geçmişi içine sindirebilmiş bir gelenekten bahsediyoruz- Suarez dişlerini geçirdikten sonra Chiellini’nin çocuksu isyanına kim olsa dayanamazdı. Yani, mahallede olsa, Suarez sağlam dayak yemişti mesela. Isırmak ne be! Ki tarihe ilk kendinden apoletli (diş izli de olsa) topçu olarak geçen Chiellini (en azından bir binbaşı yaratacak kadar diş saydım) basının karşısına çıkar çıkmaz, “Suarez ve ailesi için üzüldüğünü ve ona karşı bir kin beslemediğini” söyledi. Gönlümüzü kazandı.
Almanya’da bir Müller efekti var hani, ağzımızı buruşturabilecek. Klose’de de vardı o durum. Yoksa başta Löw olmak üzere takım olarak efendiliklerinin hakkını verelim. Aynı durum şaşırtıcı şekilde Fransa için de geçerli, Pogba bile çizgiyi yakalamaya çalışıyor.
Bosna, “bozmadan” gitti. Katıldıkları ilk kupada artlarında bıraktıkları iz hiç fena değildi. Yine ziyarete gelseler, herkes oynatmak ister yani.
Belçika, İsviçre, Yunanistan’a gelince; dedik ya oyuna bakmıyoruz, oyundaki “efendilik” çizgisine bakıyoruz. Hal böyle olunca bu takımlar için de nötrüz ve elimiz karta gitmiyor.
Yalnız Hollanda mevzusu bir enteresan durum tabi. Geçen kupadan kalan “savaş suçlarını” unutmadık. Misal De Jong hala kadroda, Robben’in de aklı hala çakallıklarda (o düşüşlere, mimiklere dikkat). Van Gaal etkisi sarih, geçen seferin izlerini silme çabası da... Ama mevzu ilerledikçe ne olur bilinmez. Bozmayacaklar gibi geliyor.
Afrikalılar için her daim kontenjanımız vardır. Ama sağ olsunlar hiç de zorlamadılar bu durumu. Tabii büyük çamur Eboue’nin (Fildişi Kıyıları) piyasada olmaması bu duruma etkendi. Bir tek Brezilya maçında Kamerunlu Nyom’un Neymar’a yaptığı pislik can sıktı. Nerdeyse, saha dışında da itmeye devam edecekti. Milla’nın, Bıyık kardeşlerin, rahmetli Foe’nin yüzü suyu hatırına bu seferlik görmezden geliyoruz. Geçen seferin afili takımı Gana da sessiz sedasız gitti, Fildişi kıyıları gibi. Sadece Fildişi’nin değil, kupanın ağır abilerinden sayılabilecek olan Drogba’ya kötü bir veda olmuş oldu. Neyse ki biz ona hediyesi geçen Haziran’da “Gezi duvarları”nda vermiştik. Gönlümüz rahat, ötesini diğerleri düşünsün. Nijerya ve Cezayir de öyle çok bünyeyi zorlayan, elimizi karta götüren bir hareket yapmadı. Atlamış olabiliriz, ama duyardık herhalde. Devam ediyorlar, takip de olacağız. Zira Cezayir’in Almanya ile 82’den kalma bir hesabı var, oyunculara bakınca bir potansiyel de görüyoruz. Maç iyice elden gitmeye yüz tutarsa bir hallenme olabilir. Temennimiz olmaması. Nijerya için böyle bir korku yok. His tabii...
Şimdi asıl meseleye gelelim -ki bu durum canımızı epey de bir sıkıyor: Latin Amerika’nın “Son Derece Gereksiz” Damarları. Başta da dedik; kupa pek bir Latin pozu veriyor, hadise oyuna da yansıyınca tarihin en keyifli kupalarından birini (belki de en iyisini) izliyoruz. Yiğidin hakkını yiğide verdikten sonra, kaşları hafif kaldıralım. Brezilya zaten saha dışı nedenlerden oyuna yenik başladı, elimiz sürekli kartta, çekmek için fırsat kolluyoruz. Misal neydi o ilk maç ve penaltı yahu. Brezilya’nın beraberlik gölü resmen FİFA’dan geldi. Asist sahibi ise Neymar’dı. Tamam, topçuların üzerindeki baskıyı da anlıyoruz ama insan biraz utanır, biraz kızarır... Ki daha da muhabbetin başıydı. Halbuki “Sen Brezilya’sın, büyük düşün”men gerekirdi; tarihine, keyfine, efendiliğine yürüyecektin, ne bilelim hiç olmadı Doktor Socrates’i düşünecektin. E, Pele’yi düşünürsen böyle olur tabi...
Arjantin nispeten kıta büyüklerinin en efendisi olarak göze çarpıyor. Hadisede Messi’nin kaptanlığının da etkisi olsa gerek. E sonuçta mahallenin efendi çocuğu, takıma da havasını veriyor. İmlemiştik önceden: Hoca da mühim. Takımın koçu Sabella’nın yüzüne bak, çocuğu teslim et. Paseralla’nın yanındaki yıllar, haliyle Sabella’yı dervişe çevirmiş. Erken sevinmeyelim, daha “kaybetme” sınavından geçmediler. Uruguay hadisesine öteden beri mesafedeyiz; Edaurdo Galeano ve başkan Mujica kusura bakmasınlar ama, çok antipatik takım. Onlar da biraz zaman ayırıp şu çocuklarla ilgilenselerdi... Mevzu sadece Suarez mevzusu da değil. Avrupa’da Portekiz, Amerika’da Uruguay “çamur” oyunun müsebbibi adeta.
Kupanın afilileri Kolombiya ve Şili’ye gelince: Sempatimiz sarih, ha keza geçmişin o sefil siyasal pozisyonlarını da temize çeker gibiler. Güzel, iştahlı ve tutkulu oynuyorlar. Masa da masa yani. Lakin yemek ilerledikçe de bir haller oluyor bunlara. Gereksiz düşmeler, zaman geçirmeler, yerdeyken teatral kıvranmalar, hakeme ve rakibe saygısızlık... Hani seviyorsak da hesapsız, kitapsız değil. Efendiliği bırakırlarsa, elimiz cart diye gider karta. “İlla ki de başarı” böyle bir şey işte Latin kardeş; önce masumiyetinizi alıp götürür. Hani Türkiye’den çok iyi bildiğimiz için söylüyoruz, boşa konuşmuyoruz. Mazlum’un “pis”i kadar can sıkıcı bir şey yoktur.
Şu anki favorimiz ise, açık arayla, sloganı “La pura vida”, (pür-i pak hayat) olan Kosta Rika. Hem 1949’da silahlı kuvvetlerini lağvetmişler. Bildiğiniz kanunla orduyu yasaklamışlar. Hal böyle olunca, hayatlarından (ve şimdi de ayaklarından) bal damlıyor. Özenle izliyor, itinayla koruyoruz. Her maça çıktıklarında arkalarından su döküyoruz...
Bu kıtada kuzeye çıkıldıkça (aynı Avrupa gibi) hava biraz değişiyor: Önce Meksikalılara (o kadar golleri de yendi, daha ilk maçta) sonra da konu futbol olunca ülkelerinin itilmiş çocukları ABD’lilere şapka çıkaralım. Bir de ilgisizi için “hayırdır” sualine cevap olsun: Futbol başlığı altında, ABD “emperyalist” değil “gelişmekte olan” ülkedir. Bu topçuların sahadaki hallerinden de bellidir. Gereksiz “atar”lardan kaçınalım.
Mevzuyu nihayete erdirirken; “Camus Kartı” ile hiç alakası olmayacak, hatta bizatihi Camus’un kendisinin kaleye geçebileceği iki ülkeyi sitayişle analım: Japonya ve G.Kore. Artık aile eğitimi mi, mahalle baskısı mı, kişisel erdem mi bilmiyoruz ama kardeşim bir kez bile mi yan bakmak, omuz atmak, arkadan konuşmak olmaz. Bırakın kendilerinin yapmasını, kendilerine yapıldığı zaman bile, zerre bir tepki yok. Oyuna, rakibe, hakeme ve seyirciye yüksek sadakat. İnsan hakikaten hayret ediyor. Ecnebi hocalar da bozamadı, (Scolari gelirse bilmem tabii, zira mutedil bir çakaldır kendisi) o kadar yani. Helal olsun diyoruz. Yüzümüzü hemen diğerlerine dönüp, “Biraz örnek alın, abilerinizden zibidiler” demeyi de ihmal etmiyoruz.
“Camus kartı” sonuçları
Oyuncu : Suarez
“Onur” ödülü : Pepe
Hakem : Açılış maçındaki Japonyalı hakem Yuichi Nishimura
Takım : Ödüle değer ülke bulunmasa da andıranlar var. Yazdık zati.
Organizasyon : FIFA
Albert Camus’le açtık, Sartre’ın kelamında “sakallı”yla kapayalım. Ne diyordu Sartre, mealen: “Varoluşçuluk Marxizm içinde bağımsız bir adadır. İç işlerinde bağımsız, dış işlerinde bağımlı...” Hal böyle olunca sakallıyı anmakta sıkıntı yok. “İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir.” Sevenin halinden anlıyoruz; insan sevince efendi de oluyor, arsız da, biliyoruz. Ama yani, herkes seviyor kardeşim...
Pankartımızı asıyoruz o vakit: “Yabancılaşmayın lan!” (TM/EKN)