Adam oturmuş bal gibi memleketi düşünüyordu:
Dalaman çayı hazin akar, diyordu;
Onu biraz delişmen akıtmalı.
Metin Eloğlu, Bit Yeniği
Önemli bir olay yaşamadıkça olağan akışımızı sürdürür, rutinimizi koruyarak yaşarız. Bireysel ve/ya toplumsal kimi olaylar, olağan halimizde kırılmalar yaratır. Varlık, deyim yerindeyse ayağımızın altından kayıp gider. Kaidemiz ya sarsılır ya da hepten kaybederiz onu.
Bunun, hiç kuşkusuz, travmatik etkileri olur. Şiddeti ölçüsünde de iz bırakır. Bu izlerin istikametini, sorduğumuz sorular tayin ettiği gibi o sorular bizim kim olduğumuzu da belirler.
19 gündür memlekette vuku bulan olaylar silsilesi bir araya düşünüldüğünde ne ifade eder? Buna tanık olan özneler yani bizler kimiz? Bu tanıklığımız kısa, orta ve uzun vadede bizi nasıl etkileyecek? Bu etkileri nasıl tolere edeceğiz? Bu etkilerle harmanımız yeniden karıldığında ortaya ne çıkacak? Kimiz? Sahi, kimiz? Kim olduğumuzu soran soru, varlığımızı ya da var olduğumuzu var sayar; var olan şey(imiz)in de, bir “kim-lik”e sahip olduğunu. Peki bu sahiplik neyi imler, nasıl oluşur?
Birine rastladığımızda “Kimsin/iz?” diye sorarız. Kendimizi takdim ederiz. İşe, sıklıkla, ismimizden başlarız. Ardından mesleğimizi, memleketimizi, bağlamına göre uyruğumuzu, varsa dinimizi, seksüel yönelimimizi, tuttuğumuz takımı ve sonsuza değin götürülebilecek başka pek çok şeyi.
Memleket, memleketin dışında anlam kazanır
Oysa her gün defalarca karşılaştığımız kendimize “Kimim?” diye pek ender sorarız. Bu da “İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir.” sözünü doğruluyor kanaatimce.
“Kimim?” sorusundan ziyade “Kimsin?”i sormamız, kendimizden çok “öteki”ne dair hem merakımızın -ki bu merak, sıklıkla endişeye içkindir- hem de önyargımızın -daha uygun bir deyişle, sonyargımızın- işareti olarak okunabilir. Bu nedenle kendimizden çok ötekine dair yanıtımız da merakımız da aşırı düzeydedir.
Kimim, kimsin, kim, kimiz, kimsiniz, kimler… Soruları, doğaları gereği öylece askıda bırakılası sorular değildir çünkü Anlam evrenimiz, diğer deyişle hayat/ımız, bu sorulara verilen yanıtlarla örülür. İşte bu yanıtlar, kültüre egemen olan geniş anlamıyla politikaların altlığı ya da referansı kılınarak sokak canlanır, hayat bulur.
Yanıtlarımızı yaratan sorularımızdır. Bize kim olduğumuzun -hala varsa öyle bir varlık ya da kimlik- kapısını sorularımızla yanıtları aralayabilir.
O nedenle sorunun özgürleştirici iktidarı Hakikatten kaçanların ensesinde Demokles’in Kılıcı gibi her daim sallanır. Soru güneşse verilen yanıtlar olsa olsa balçık olabilir; bunu da Türkçemizdeki eşsiz sözlerden birinde şöyle dile gelir: Güneş, balçıkla sıvanmaz. Hayat aktığı sürece sorulara yeni yanıtlar vermek de kaçınılmazdır.
Kimsin ile kimsiniz soruları arasındaki sınıfsallık vakıa. Daha çok ötekileştirme ve türevi politikalar, başka pek çok şeyde olduğu gibi dilde berkiyor.
İçe dönük bir arayışı imleyen “kimim?”, hayata, evrene dair başka kapılar açılmasına imkan sağlarken “Kimsin/iz?” hiç şüphe yok ki ötekileştiricilik adı verilen “bakış”ı, “tutumlanış”ı yaratır; bunlar da katliamların, sömürülerin, köleleştirici, istismarlaştırıcı politikaların platformunu. Oysa kişinin bilinci, bir başka öznenin denkleme girmesiyle varlık kazanır. Yani “öteki” olmadan “ben”den söz edilemez.
Kimlik, bağlamına göre sürekli renk değiştiren bir olgu. Kim olduğumuz kendi mahallemizin dışına çıktığımızda Memleket ile de karşılanır ya da belirlenir. Sahi bir yerli olmak nedir? “Coğrafya kaderdir.”, “insanın yurdu çocukluğudur.” gibi kimisi şiirsel ifadeleri sıkça anarız.
Memleket, memleketin dışında anlam kazanır. Bu da kimlik dediğimiz varlığın ele avuca sığmazlığını, akışkanlığını, bakışımla var olduğunu gösterir.
Kavramsal bir mıntıka temizliği yaparak sürdürelim düşünmemizi. Kişi, kimlik, topluluk, toplum, topos yani yer ya da içinde yaşanılan yer ve bu yerde hayat bulup kültürel varlığa dönüşmemizi sağlayan habitat ya da ethos.
Kişi, bir özne olarak içine doğduğu ağda ya da ilişkiler örgüsünde varlık kazanır, deyim yerindeyse o ilişki içinde varolur. Yaşamak, kişinin belli bir yer ve zamanda olması olarak tanımlanabilir.
Kimlik yer ve zamanın göreli uyumuna varlık kazanabilir. Kişinin iradesi dışında var olduğu yerden koparılması, onun bütünlüğünü zedeler. Kimliğini var eden yer ve zaman birlikteliğini parçalar. İkisinin birbirine kaynayıp kişiyi var etmesi, bir diğer deyişle kimliklendirmesi, ancak, göreli bir süre ile olanaklıdır. Kişinin yerinden edilmesi, onun parçalanmasıdır bir bakıma.
Göç; savaşlar, yoksulluk, iklim şartları nedeniyle tarihte de günümüzde de çokça rastladığımız bir olgu. Göçmen/Mülteci, gerekçesi her ne olursa olsun yerinden olmuş, yersizleşmiş, yurtsuzlaşmış, memleketini, deyim yerindeyse onu doğurup besleyip büyüten annesini kaybetmiştir.
Bu bakımdan “memleket, annedir.” Memlekete duyulan hasret ya da memleket hasreti bir bakıma anneye duyulan özleme benzetilebilir. İradi olarak yerini değiştirmeyen, değiştirmeye zorlananlar hasret çeker en çok; çünkü annesinden koparılır, öksüzleştirilir.
Öksüz bırakılan kişi, eksiktir. Tamamlanması ikinci kez yeniden doğumla, bu da göreli bir yer-zaman kaynaştırmasıyla olanaklıdır. Bu kaynama yani yeniden kimliklenme genellikle o kişide sağlanmaz; ikinci, üçüncü hatta dördüncü kuşakta gerçekleştiği söylenebilir. Annesizlik, annenin katledilmesi, bebeğin annesiz bırakılması, annenin memesinden henüz süt emen bebeğin koparılıp alınması yani anne ile bebeğinin ya da çocuğunun birbirinden koparılması ile anne, evlat acısını yaşarken çocuk da öksüz kalır.
Öksüzlük, yaşam boyunca çeşitli şeylerle ikame edilmeye çalışılan bir boşluk yaratır. Sürekli, hiç değişmeyen ya da sona ermeyen bitimsiz bir gölge altında Hayat bulmak, kök salmak için olağanüstü bir çabaya gark eder öksüzü. Göçmenlerin yaban ellerdeki Hayata tırnaklarıyla tutunmak arzusu biraz da bu bakımdan düşünülebilir.
Yerini kaybeden kişi nasıl eksilirse, kişisini kaybeden yer de eksilir. Bu kaybedişler, tarihselliğin ürettiği adına hayat denilen kültürü kast eder. Kişinin ardından eksilen yer de kimliğini kaybeder. Boşalan şehirler veya ören yerleri canlanır bilincimizde sıklıkla bu tür durumlarda.
Uzun zamandır yer, yerlileri; yerliler de yerlerini kaybediyor. Karşılıklı bitirişler söz konusu. Van Gölü’nden Salda Gölü’ne, Eğirdir'den Budur Gölü’ne, Menrederes havzasından Kaz Dağları’na… Ve burada sayamayacağımız pek çok yeri katleden bir anlayışın uzantısı olarak yersizleşmeler yaşanıyor. Bu kavrayışın bir tür uzantısı olarak da okunabilir yaşadığımız depremler, başka doğal afetler.
Şimdi durup depremde toplumsal belleğimiz, yuvalarımız, çocukluğumuz, yurdumuzun gözlerimizin önünde katledilmesine tanıklık eden öksüzler olarak bunun hesabını nasıl sorabiliriz?
Ortada failler, yeni fiilleri ve cürümleri için rıza üretmek amacıyla fink atarlarken bu sokaklarda nasıl bu denli rahatça dolaşabildiklerini ve dolaşamayacaklarını diğer öksüzlere anlatacağımız dili nasıl yaratabiliriz?
Hakikat özgürleştirir
Bizi anasız bırakan, memleketsiz bırakan hem de bizi esir alarak gözlerimizin önünde bunu kanırta kanırta yapanlardan hesap sormak zamanı. Nasıl? Şüphesiz önce olanı olduğu gibi ortaya koyarak, yani doğruyu söyleyerek.
Olan, ortada. Olan, en büyük gerçek. Gerçek, perdesizce anlam dünyamıza bilgi ile tercüme edilebilir. Olanın bilgi dolayımıyla anlam dünyamıza tercüme edilerek serimlenmesi, yani doğruyu söylemektir.
Doğruların bir araya gelmesiyle oluşan hakikat, propaganda, “fake news”, dezenformasyon ve daha pek çok kavramla, deyimle ifade edilen girişimlerin neden olduğu zehirlenmelerin de panzehiri bir değerdir. Sorumluluğumuz, adına hakikat dediğimiz bu panzehiri güçlendirmek doğruyu söylemektir. İçin olanı olduğu gibi bilgi biçiminde ifade etmektir.
Toplumları özgürleştiren hakikat için mücadele ederken yurtsuz, memleketsiz bırakılarak öksüzleştirilen bütün ruhların anıları önünde saygıyla…
(MVB/EMK)
*Görsel: Pixabay