Kasım güzünün köyündeyiz. Anne babamın ve kardeşlerimin doğup büyüdüğü, meşe ağaçlarının elmalarla flörtleştiği, elmaların ayıların ağızlarına niyetli düştüğü mevsimdeyiz.
Evler, dişleri düşmüş devler gibi… Öyle omuzları düşük, öyle sarsak. Odalarından ayırt etmeye çalıştığımız yaşamlarda, düşlerine yakınlaşmaya çalıştığımız taş koyucuların gözlerini arıyoruz halılarda. Tasarım çağının bulanıklığında, bakışımızı netleyen pencere tasarımlarının ulaştığı dağlara derinleşiyoruz.
Evlerin evler olduğu şehirlerden, evlerin sadece “ev”ler olarak yer almadığı köy ekosistemine varmaya çalışıyoruz ve bunun tüm duyargaları açarak olabileceğini anlıyoruz pek ala.
Evlerin evler olmamasının anlamını, yersiz yurtsuzlar iyi bilir. Tıpkı mekanların çerçeveleri daraltarak mekanlanmadığını bilenler gibi. Bir direğin, leylek için nasıl da ev olabildiğini gözlemleme şansı bulabilenler yine iyi bilir: evler yalnızca evler değildir, metruk varyasyonlarında dahi çokça şey anlatırlar.
Bakanın baktığı yerlerini dürten, için iklimlerini titreten zemin gıcırdadığında, bir şeylerin başka olduğunu hatırlatan, evler vardır. Kapılara dokunduğunuzda, demirlere işlenen sesleri ayırt etmeye çalıştığınızda, merdivenlere oturmanın yatıştırıcılığına kapıldığınızda sizi uyaran, evler vardır. Evin hafızasıdır yaslandığınız zira, anılara tutunmaya çabalarken zeminden kayan ıslak ellerinizin dayanağı trabzanların seslerini arkanıza almadan avlunun halini soramadığınız, evler vardır.
Analiz dolaylarında az daha dolaşayım isterseniz, merak istencinin, yaşantılara orjinli hayatlarınızda, evin ölü haline direnmenin bir biçimi olduğunu fark edersiniz, çünkü “var”dırlar işte. Sonrası ‘o evler sizin olsundu, duvarlarını siz olsanız da öyle döşeseydinizdi, manzarasında içeceğiniz çayın tadı öyle güzel olurdu’lu filan. Evleri yoklukla anımsamak neredeyse gizil arzu civarlarında.
Yersiz yurtsuzluğun bayrağını estetize hüzünle sallandıran evler, işte bu yoklama-kendileme diyalektiği yüzünden “çocukluğun soğuk bahçeleri”(1)ni dürtüp duruyor.
Bu bakımdan uzun yıllar başta psikanaliz olmak üzere, psikoloji alt alanlarının genişçe buyur ettiği temalardan “ev”lenme. İnsan türü için kolektif hafızayı inşa eden regülatif manasının yanı sıra evler, kendi başına mekânla kurduğumuz ilkel ilişkiler adına da oldukça önemli bir yeri işgal ediyor.
Evlerin evler olmaması, insanın ilkel gelişimsel dönemi olan erken çocukluğun yanaklarını okşuyor. Kişisel çocukluk tarihimize gülümserken, varlık/yokluğa dayalı topografik öykümüzün başına “ev”leri koymamızın manası burdan ileri geliyor.
Hafızadan geri saydığımızda, evin mekânsal temsillerinin yetişkin vesayetini çağırdığını usulca anlamamız tesadüf değil… Tüm bu sebeplerden evler, kendi başına mekânsal tasarımlar içerisinde nazikçe incelenmeyi hak ediyor.
Yetişkin dünyası için durağanlığı (aynı zamanda kopukluğu) temsil eden evlerin, nasıl oluyor da çocuklar için akışkan ve dinamik temsiller kazanabildiğini anlamak özel bir çaba gerektiriyor.
Erken çocukluk için bakir görünen ev temasının, gelişimin ilerleyen dönemlerinde karmaşık ve yer değiştiren anlamlar kazanabildiğini gelişimsel psikoloji sayıltılarına yaslanarak söylemek mümkün.
Okullanma bu yer değiştirmelerden ilki örneğin. Bense şimdilik, erken çocukluğun bakir sularına yüzümü dönmeyi ve çocuk için evin hüviyetini biraz olsun anlamayı önemsiyorum.
Mekanla kurduğumuz ilişkilerin gelişimde dezavantajlı olduğumuz bir dönem olarak çocukluğun arkaik nüfuzunda izlediği seyre yol almak istiyorum. Gelişimin diğer dönemlerine kıyasla, gezegen ve bizatihi mekanla en türetken ilişkilerin kurulduğu erken çocukluk dönemini anlamaya çalışmanın hazzının benim için ikincil kazanım olduğunu da es geçemeyeceğim.
Çocuğun öteki’ler ile ilişkilerini düzenleyebildiği -ve dahası içselleştirebildiği- alanların hızlıca mekanlaşma potansiyeli taşıdığını görürüz.
Evlerin çok boyutlu, çok anlamlı, çok değerli temsillerinde çocukluğun ayak izlerini takip eden sayısız sinema yapıtı olması belki de bundan.
İlgili filmlerin çoğunda, baş karakter olan çocuklar eve olan hakimiyetleri ve evi kullanma pratikleri ile en aktif öznedir. Sinematografinin tek başına estetik endişeleri yatıştırma gayesini dışarda tuttuğumuzda dahi, çocuğun ilişkisel köprüleri mekanlar (özelde evler) aracılığıyla kurduğunu anlarız.
İnsanın gelişimsel panoramasında belki de en güçsüz olduğu dönem olarak tanımlayabileceğimiz erken çocukluk döneminde ise, çocuğun güçlendiği biricik anlardaki yekun ağırlığı kendi özgür tasarımını yapabildiği yap-boz tasarımlar oluşturur. Çocuk; özneliğine, önce evinin duvarlarını öznelendirerek demirlenir.
Onun için evin demir parmaklıkları yalnızca güvenliği temsil etmez, yaratıcı dünyasının samimi yoldaşıdır artık. Kendini ifade etmenin alanı olan duvarlar, dilidir. Öyle ki sözel ifade alanının sınırları çocuk için karmaşık ve öyle iktidaridir ki, bu iktidardan sıyrılmak için evin tüm duvarlarını biteviye boyar.
Biz yet(iş)kinler ise “ebeveynlerinin çocuğu olma”nın bunaltısını, olgunluk döneminde sezebilmiş olma bakımından, çocuklarla kurduğumuz ilişkilerde gelişimsel olarak deneyimli olmanın gururunu yaşarız(!).
Bundandır ki, “annemizle hesaplaşır”*ken aynı zamanda derindeki çocuğa yakınlaşmanın dayanılmaz hafifliğini gün be gün hisseder ve evlerimizle de hesaplaşırız. Ol sebepten evlere kişisel hikayelerimizi taşır, anlatı boyutlarında uzaklaşırız, yine evlerden. Bizi evlerine alanların gözlerine meylederiz , iç’lerde güçten düştüğümüz yerleri hatırlattıkları için. Duvarlarını boyamaya fırsat bulamadığımız evlerin sahipsizliğine sahip çıkmayı öğrenir, sonra yakınlaştığımız çocukların fırçalarındaki sözlere dalarız. Tuvalet için karanlıkta dahi dışarı çıkan* kendi çocukluğumuza üzülür, bir çocuğa ebeveyn olmanın dayanılmaz ağırlığını göğüsleriz. Dahası o çocuğa klozete tuvaletini yapabilmesi için günler dökeriz...
Böyle böyle evlerle kurduğumuz ilişkilerin olanca karmaşıklığında, eski bir evin sarsak çocukluğumuzu aralamaya ikna etmesi gariptir. Önlerindeki ağaçların gölgelerinde giderek seyrelirken, çocuk-yetişkin iliklenmelerinin bir sonraki düğmeye varması gariptir ve yine ne gariptir, ebeveynlerimizin sürgün geldikleri evlere bakarken çocuk hallerine gülümseyebilmeleri.
Dünyanın tüm analizleri birleşse dahi açıklayamayacağımız yetişkin gündemlerinde çocuklukları soldurmamak kuşkusuz zor. Evlerine düşlendiğimiz anne babalarımızla hesaplaşmak neredeyse kaçınılmaz. O çocukların hesaplaşma ve evlerine düşen gölgeleri izleme ihtimallerine olan inanç durultur bizi kim bilir. Ebeveynlerin çocuklukları mecburi istikamet vagonlarda gülümserken, oyuncakları olan taşların uğurlu ahlarına tanıklanmak doğrultur dilimizi kim bilir…
Evlerin ‘gönül’le yer değiştirebildiği köylere…
(EP/EMK)
*Eski köy evlerinde tuvaletler çoğunlukla eve yakın bir konumda ve harici olarak inşa edilirdi. Bazı güncel köy yerleşimlerinde tuvaletlerin hala benzeri bir formatta yer aldığı bilinmektedr.
(1) Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabına atfedilmiştir.
(2) Arkadaş Zekai Özger/ Beyaz Ölüm Kuşları şiirinden bir dize.