Gözümüzü açtığımız her sabaha ezber bozan haberlerle uyandığımız bir ülkede yaşıyoruz artık. 2024’ün 2025’e verecekleri, 2025’in 2024 ve öncesinden alacakları da kurtarmıyor artık. Her geçen gün giderek güvencesizliğin ve değersizlik hissinin kuşattığı gerçeğini paylaştığımız ve deneyimlediğimiz milyonlarız artık. “Sanki ülkeyi üstümüze kitlediler” hissinden çıkmak giderek uzlaşmaz bir çelişki halini alıyor.
Bize son yirmi üç yılda olanlar kabul/baş edilebilir, akıl-duygu metaforuna layık ve sahici gelmiyor. Hakikatin her geçen gün eksen oynattığı bu gündemler hasılasında bize ne olduğunu konuşmamaya ant içmiş bir kalabalıkla bakışıyoruz sanki. Duygularımız donuklaştı, bakışlarımız anlama-anlatmaya uzak, çabasızlığın yarattığı duygusal salınımlarda ilerlemek daha az rahatsız eder oldu.
“21 Ocak gecesi yetmiş sekiz insan tatil amacıyla konakladığı otelde, göz göre göre öldü.”
Bir haber manşetiyle bakıştığımız ilk birkaç dakikanın ardından normalleşen bu cümle, daha ilk cümleden itibaren ülkesini müjdeler oldu. Daha okur okumaz, “Türkiye’de olduğuna artık neredeyse yemin edebiliriz, fakat ispatlayamayız” dediğimiz birkaç dakikanın zihnimizde haleler uçurduğu bir hakikati paylaşırken, ne yapmamız ve nasıl davranmamız gerektiğini hesap edemez olduk. Travmalarından halat yaptığımız canımız ülkemizde başımıza gelen her detayın pornografikleştiği bir denklemi solumaktan biz yorulduk, onlar yorulmadı. Detaylar giderek daha az rahatsız etmeye başladığında, yıprandık, içimize döndük, durulamadık. Öfkemiz kabımıza sığmadı, taştı da toplayamadık.
Böyle bir elim olay yaşandığında gerçekleşen kurgu neredeyse senaryo civarında. Sanki sivil toplum sayfalarından gazete kupürlerine, travma şakşakçılarından psikoloji bültenlerine herkes hazırlığını yapmış/organize olmuş vaziyette. Her nasılsa durup olayın içindeki politik özü sınayabilecek özne sayısı ritmik sayılarla sayılabilecek olguda. Peki, bize neler oldu böyle?
Atilla İlhan’ın bir şiiri ile karşılaştım geçen gün. “Çok değişmişsin birden tanıyamadım” diyen dizelerinde birkaç dakika yutkundum şiirin. Sözcükler bir yol boyu asırlaştı sanki önümde. İlk gençliğimin rüzgar olup uçtuğu bu ülkenin gerçekliği, önümde göz göre göre küçüldü sanki. Şair, muhtemelen sevgilisine haslettiği bu şiirin böyle bir anlam ihtiva edeceğini öngörmüş müdür?
Durduğum yerde büyüyen bu dizenin anlamı kendinden menkul haline şaşadururken, bu ülkenin artık tanınmayacak derecede değişmesi ile ne yapacağımız gerçeğini bir alan profesyoneli olarak “her Allah’ın günü” düşünmek durumunda olmanın talihsizliği boynumuzun borcu oldu. İlk yardım aracı gibi her travmatik olayın ardından mikrofon çevirilen kesimin psikoloji profesyonelleri olması daha bir rahatsız eder oldu. Bu ülkede can güvenliğinden sorumlu devlet bakanları, siyasi otoriteler, yasa yapıcılar, ne bileyim envaiçeşit muhatap dururken, “Böyle de bir şey oldu, psikologlar göreve” dedirten bir sistemi solumak, inanın benim de zoruma gidiyor.
Benim zoruma gidiyor, çünkü ülkenin ruh sağlığı, organize bir yapılanma ile topyekûn hedef altındayken, göz göre göre çocuğundan yaşlısına her yaştaki öznenin hayatı her geçen gün biraz daha çalınıyorken, sorumlular yaptıklarından zinhar sorumlu olmuyor; kitleler adeta afyon spreyi püskürtülmüşçesine donduruluyorken, psikologların işaret edildiği bir ruh sağlığı ekosistemini paylaşmak benim duygumu ve aklımı zorluyor. Birçok meslektaşımın da bu duyguyu paylaştığına tanığım üstelik.
Politikanın gündelik yaşamı kurduğu bir dünya düzeninde, başımıza gelen olaylardaki mahiyeti elimizin tersi ile iterek, olaydan etkilenen birincil ve ikincil kesimleri psikolojize etmek bu bayatlamış düzenin bildiği en iyi mekanizma çünkü. Önlenebilir ve iyileştirilebilir her türlü gidişatı kendi meşrebince yontarak içinde büyüttüğü toplumu göz göre göre “travma”ya sürükleyen bu arlanmazlık gezegeninin kabul edilemez olduğunu haykırma cüretinde değilseniz, üzgünüm bir bakıma işinizi etik yapan bir psikoloji profesyoneli de değilsiniz artık. Bilhassa muhatap aldığı başat öznenin insan olduğu bir iş yapıyor olduğunu iddia edip de, içinde yaşadığı koşulları ve bunların ötesindeki gerçeği bizzat ilgili öznelerden kayırıyor, hakikati gizleme görevini devlet-i âlâdan önce devralıyorsanız üzgünüm yalnızca etik olmamakla kalmıyor, insan olmanın temel düsturlarından olan nerdeyse en temel hak olan “yaşam” hakkını savunabilme özgürlüğünü de manipüle ediyor, öfkelenme özgürlüğünü yontuyorsunuz.
Derdimizin üzüm yiyerek bağcıyı dövmek olmadığı açık. Öfkemize muhatap arıyor da değiliz. Muhatabımız belki de hiç bu kadar derli toplu karşımızda durmamıştı on yıllardır. Fakat taşan sabrımızın içinde katmanlanan öfkenin nasıl politik olduğunu vicdani bir sorumluluk gereği daha fazla haykırmak zorunda olduğumuzu da inkar edemeyiz. Biz alan profesyonelleri, sistemin açtığı gediklerin insanlar üzerinde yarattığı geniş ölçüdeki tahribatı çözmekle yükümlü değiliz. Bireyleri temel hak ve özgürlüklerden sahiplenmemiş bir ülkede insanların yaşadığı değersizlik hissini onarmak psikologların değil politikacıların görevi olduğunu da biliriz. Bir ülkede yaşayan insan-hayvanların, ne bileyim ağaçların “temel yaşam hakkı”nı sahiplenen bir atmosferi deneyimletmek kendine “devletim” diyen her yapının temel işlevlerindendir. Aksi halde, ayarlarını bozup durduğunuz kitlelere işaret ettiğiniz psikoterapi hizmetlerinin bu politik muhtevaya göz kapattığı her zeminin altının boş olacağı açıktır. Bunu da bildiririz.
Yitirdiklerimiz, yaşamda tutabildiklerimizin boyunu giderek aşıyor. Dilerim kolektif bir iyilik halini temsil eden bir ülke sabahına uyanmak tez elden mümkün olur.
Yaşamını kaybeden herkesin anısına hürmet ile…
(EP/VC)