İletişim, birçok tanımı yapılmakla birlikte bilgi, mesaj, duygu veya düşüncelerin çeşitli simgelerle aktarılması şeklinde tanımlanır. Kitle iletişimi ise, geniş kitlelerle ulaşmak üzere kurumsallaşmış yapılar tarafından iletilerin aktarılması ve izleyiciler tarafından algılanmasıdır.
İletişim araçları aracılığıyla yapılan bu aktarımlar ve algılama süreci, iletişim araçları sahiplerinin veya hâkim ideolojinin belirlediği formatta belirleniyor. Sözkonusu format ise bireysel, toplumsal veya kültürel farklılıkları eritmeye, çeşitliliği azaltmaya ve toplumda ‘yaygın görüş’ oluşturmaya dönük.
Medya aracılığıyla oluşturulan çoğunluk, sadece medyada belirlenen formatlar içerisindeki ‘çeşitlilikten’ faydalanıyor ve kendisine sunulan yayınları tüketiyor. Alternatif, farklılıklar veya ötekilikler de ancak medya sahipleri veya egemenler tarafından gerekli görüldüğü takdirde topluma sunuluyor. Buradaki amaç da ya piyasa mantığı gereği oluşan kârı maksimize etmek ya da siyasal ve sosyal kaygıları bertaraf etmek.
Kitle iletişim araçları kimlerin kontrolünde?
Toplumda bu denli etkisi bulunan kitle iletişim araçları kimin veya kimlerin kontrolünde? Amaç ne? Bu soruların yanıtı medya, siyaset ve ekonomi üçgeninde yer alıyor. Medya sistemleri, az sayıdaki zengin şirket ya da birey tarafından kontrol ediliyor. Amaç da başta ekonomik olmak üzere, siyasal ve sosyal güç elde etmek.
Medyanın ekonominin yanı sıra, siyasal ve sosyal güç odağı haline gelme aracı olduğu da düşünüldüğünde, yaratılan talebin/çoğunluğun büyük önem taşıdığı görülüyor.
Çoğunluğun diktatörlüğü, kamu hizmeti yayıncılığında ise daha farklı boyutta görülüyor. Kamu yayıncılığının esas prensipleri, alt kültürler, azınlıklar, fiziksel ve zihinsel engelliler, göçmenler, çocuklar gibi toplumun tüm kesimlerine hitap etme, toplumun değişik katmanlarının gereksinimlerini ve taleplerini karşılayacak ölçüde geniş bir yelpazede yayın yapmak olsa da, bu ilkeler uygulamada yerini bulmuyor. Kamu hizmeti yayıncılığı yapan kuruluşlar, bütün vatandaşlarına eşit mesafede durarak yine bir anlamda çoğunluğu temsil ediyor.
Bir grup azınlık ve devletin tekeli
Avrupa ülkeleri yasal düzenlemelerle azınlıklara yayın hakkı tanıma ve bunu yasalarla korumaya çalışsa da azınlıklar veya ‘öteki’ olarak görülen dezavantajlılar yine yeterli oranda medyada temsil edilemiyor. Türkiye’de ise durum çok daha geri düzeyde. Zengin kültürel ve etnik yapıya sahip Türkiye’de “birlik” teklik, “zenginlik” ise tehlike ve tehdit olarak algılandığı için tek seslilik medyaya hakim durumda.
Avrupa Birliği uyum süreci kapsamında farklı dil ve lehçelerde yayın hakkı tanınsa da, süre sınırlaması ve altyazı zorunluluğu uygulamanın samimiyetini ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, “medyada çoğunluğun diktatörlüğü” aslında toplumun genelinin beklentileri ve talepleriyle oluşan bir yayıncılık değil, bir grup azınlık ile devlet tekelini ifade ediyor. Medya devleri veya resmi devlet politikası kontrolü altında bulunan çoğunluk ile farklı sesler, farklı görüşler veya farklı renkler ötekileştiriiyor, marjinalleştiriliyor ve tehdit unsuru olarak tanımlanıyor. Azınlığın beğenileri ve ihtiyaçları görmezden gelinerek, çoğunluğun diktatörlüğü dayatılyor.
Toplumda farklılığın yansıtılması, farklı görüşlere yer verme ve seçenek bolluğu şeklinde sıralanan ilkelerin çoğulcu medyada yerini bulması her ne kadar zor olarak görülse de, çok seslilik ve demokrasi açısından önemli. Çoğulcu medyanın bu ilkeleri yerine getirmesi, toplumda yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için teşvik edici olacaktır. (EK/NZ)