Ahmed Arif, mavzerinde şiirle doğdu, 21 Nisan 1927’de. “Ben dört duvar arasında değilim/ pirinçte, pamukta ve tütündeyim” diye ekledi. Hakikatli dili, eyvallahsız cesareti, kimseye tamah etmeyen o deli aklıyla içinden çıktığı kültürün bütün sıkıntılarını şiirine aktardı, görünürleştirdi. Doğduğu ve mavzerini doldurduğu Diyarbekir’e çektirilen yaşamsal acılardan kaçmayı değil, onları heybesine almayı seçti. Orada ne yaşandıysa, hepsini hepimize harf harf belletti.
“Dostuna Yarasını Gösterir Gibi”
İçi havanda dövüle dövüle ezilen, öylesine tepkisizleştirilen, acıyla ve darbeyle terbiye edilen, minnete ibadet eden bir ülkeden çıktı Ahmed Arif. Gerçeği söylemenin bizatihi bedeli olan bir ülkede doğdu o; çünkü her gerçek, devlet kudreti ve siyasal iktidarların korktuğuydu. Çünkü bu ülkede gerçek, ancak siyasal iktidarlar ve devlet aklının kabulüyle doğrulanıyordu. Hakikati, onların kirli ellerinden aldı Ahmed Arif, öfkeyle aldı, diş ile, tırnak ile, kitap ile aldı. Delikanlılığı da, hakikati de onların tekeline bırakmadı. Kapılar kurdu önce kendine, yalnız dürüst olanın geçmeye cesaret edebileceği kapılar. Diyarbekir’den mülhem kaleler yarattı şiiriyle, öyle kaleler ki düşman korkutur, öyle kaleler ki “onlar” üzerimize bir bir gelirken sığındığımız yuvamız, onlara vermek istemediğimizi sakladığımız yüce gönüllü sırdaşımız olur.
“Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”
Muzaffer İlhan Erdost, “Bugün hemen hemen her şey yıkılmış, çökmüş, gitmiştir de, duvarlar yer yer çağdaşımız olarak kalmıştır. Ahmed Arif’in çocukluğunun soğurduğu Diyarbekir kalesi budur, belleğindeki yiğitliğin ve yüceliğin simgesi.”der. Onun şiirinde, sözünde ve dilinde salt acıların damıtılması yoktur bu yüzden; yiğitliğinin ve yüceliğinin etkisiyle cesur, umut veren ve acıyı da kimseye bırakmadan sahiplenen sağlamlık vardır.
33 Kurşun Katliamını, acıları dramatize etmeden, öfkesini diri tutarak dillendirir. “Yiğitlik inkâr gelinmez/ Tek’e – tek döğüşte yenilmediler”der. Sahici, samimiyetle ve cesaretle mekân kurar hepimizde, belleğimizi diri tutar Ahmed Arif. 33 köylüyü zinhar unutmayalım diye, hafızamıza işler hepsini. Öyle salt gözyaşıyla, acının yas tutmaya meyilli sükûneti ve sinizmiyle değil; direngenlikle, öfkeyle, acının hareketliliğiyle, hesap sormanın kudretiyle anlatır. “Dostuna yarasını gösterir gibi” der bir şiirinde, acılarını ve yaralarını bölüştürür dostlarına. Açık yara misali dolaştığımız bu ülkede, yaralarımızla barışmanın, onları temizlemenin ve bir parçamızmış gibi taşımanın yollarını açar. O yaralardan utançlar değil, direnişler çıkarır. Pes etmeye değil, delikanlılığı kimseye bırakmamaya, ona sahip çıkmaya çağırır. Bilir, açık yaralar ancak bir aradayken kapanır.
"Ben Ahmed Arif, kurban"
Zihnimizi her daim diri tutan, geldiği dağların rüzgârını geri kalana dağıtan, sözü de şiiri de paylaşmaktan imtina etmeyen, kişisel yaşamını samimiyetle ören, zulümlerden direniş çıkaran bir şairdir Ahmed Arif. Her dizesiyle ekmek ve haysiyet mücadelesinin tamamlayıcısı olur; kurşun geçmez gecelerinin verdiği umutla Diyarbekir’i anlatır, Karanfil Sokağı’nda açan günleri, Altındağ’ı, İncesu’yu anlatır. Şehirlerin böylesine talan edildiği, birbirine benzetildiği, ruhlarının ve karakterlerinin çekildiği, içlerinin ezildiği bir iklimde, ilaç olur onun Ankara’sı, Diyarbekir’i.
Muzaffer İlhan Erdost ile tanıştığında, “Ben Ahmed Arif, kurban” diye söze girmiş Ahmed Arif. Çoklarına nasip olmayan bir samimiyeti hayat boyu sürdürmenin yüküyle, aynı samimiyet damarından çıkmış şiirler vermiş bize sonra. Erdost şöyle anlatıyor sonrasını:
“Yeşil soğan, karanfil kokan cıgara, zuladaki mahzun resim, henüz öldürülmemiş ve öldürülemez direncin derinindeki sessiz seslerdir. Bu sessiz seslerden bir koro doğacaktır. Alfabe gibi, her okumaya başlayanın elinde dolaşan, büyük bir koro. Onun hücresinde küçük kâğıt parçalarına sessizce çizilen dizeler, yirmi yıl sonra da olsa Ankara Merkez Cezaevinin arka hücrelerinin birinden, bir gece yarısı, sade bir idam mahkûmunun, nöbetçiye bir cıgara uzatır gibi haykırdığı mısralar, Şükriye Mahallesi’ni ayağa kaldıran salt bilinç olur: ‘Terketmedi sevdan beni’ ya da ‘Haberin var mı taş duvar’ ya da ‘Bir umudum sende anlıyor musun?”
“Yalnayak ve ayakları yanarak"
Yaşamı devletle ezilir, yalnızlaşır, parasız kalır Ahmed Arif, gene de ödün vermeden ve hiç kimseye tamah etmeden, aynı eyvallahsızlıkla yaşar. Kendi deyimiyle “Türk siyasi tarihinin işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmesine” sebep, haksızlığa dayanamaması, korkunun üstüne üstüne yürümesi olur.
Bir mektubunda Leylâ Erbil’e “Her dilediklerini yapsınlar. İsterlerse sinirlerimi, kemiklerimi, adımı, sanımı, cımbızlarla tek tek alsınlar. Unuttum korkmayı, sakınmayı. Seni alamazlar benden. Tılsım bu işte. Ayakta, fırtına gibi beni tutan bu.”derken; hınçla, öfkeyle, kanla eş anlamlı bu ülkede, kendisini ayakta tutacak panzehir olarak kurar sevmeyi. Sevmeyi, iliklerine kadar yaşar, sözcüklerine kadar işler, ruhundan koparıp şiir eder onu.
Dağları yazar Ahmed Arif, asi dağları. Herkesin gitmekten korktuğu, adını dudağına bile konduramadığı dağları getirir önümüze. Cemal Süreya, “Ahmed Arif şiiri uzun ve tek bir ağıt gibidir. Daha deniz görmemiş çocuklara adanmıştır,” der. Yas tuttukça hareketsizleştiğimiz bu ülkede, ağıtlarının sonundan zafer umudu üfleyerek boyun eğmemeyi öğretir Ahmed Arif. Cemal Süreya, onun yürüyüşünden bahseder, “Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalnayak ve ayakları yanarak” der. Yanmanın ve üşümenin eşzamanlı şiirini sunar Ahmed Arif, onun bunca zulümden içeri olmasına rağmen umudunu koruduğu bir ülkede; geri kalanın, bizim, düştüğümüz sıkıntılardan umutsuzluk çıkarmaya hakkımız olmadığını öğretir. Sessizlik ve derinlik içinde başkaldırıyı öğütlemek, yalnayak da olsa toprağa basmak, ayakları yansa da yürümekten vazgeçmemek, “cellat elinde işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile” umutsuzluğa düşmemektir Ahmed Arif.
Bu ülkede, ikiyüzlülüğün kucağına düşüyoruz mütemadiyen. Çocukları sevdiğini söyleyen bu ülkenin, topyekûn zalimden yana olduğunu görüyoruz, 14 yaşında ve 16 kiloluk bedeniyle ölü bir çocuğu bile kalplerine almaktan imtina ettiklerini, onun uyandığı sabahtan korkmalarını, annesini meydanlarda “yuhaladıklarını” izliyoruz. Kirli, çirkin, yalancı ve ikiyüzlü siyasal zamanları talim ediyoruz hep beraber, bu ülkenin içine aldığını yutan kocaman bir yalnızlığa çevrilişini, içsizleştirilişini izlemeye mahkûm ediliyoruz. Ama bu cümle böyle bitmeyecek. Böyle cümlelerin sonuna “ama” ekleyebilecek gücü ve cesareti öğrendiğimiz Ahmed Arif’i düşündükçe, bu ülkenin bir tarafının ne kadar karanlık olursa olsun, bir tarafının geleceğin aydınlığına çıkacağını hatırlayacağız beraberce. Açık yaraya çevrilmiş bedenlerimizi, birbirimizle temas ede ede iyileştireceğiz.
Sonsöz Ahmed Arif’in olsun, aslı hâlâ bu topraklarda olan büyülü, saklısız ve gerçek şairin doğum günü kutlu olsun, en nihayetinde bu ülkeden her şeye rağmen bir Ahmed Arif geçti, bu da geri kalana miras olsun.
“Şimdi sözü sonuca getirelim. Bir yiğit şairse, üstelik bir de devrimciyse elbette yaşadığını yazar. ‘Yaşadığı’ ise salt kendi ömrü değil, yaşama kavgası ve sevdasıyla, acıları, ağıtları, türküleriyle bir yanı geçmiş yüzyılların karanlığına, bir yanı geleceğin aydın sonsuzluğuna uzanan halkın ta kendisi olmalıdır.” (IK/HK)