Roman vardır okuyucusunu kendi dışına çıkarıp Öteki'nin dünyasına fırlatır, büyülenmiş ve ürkmüş, yapayalnız ve açıklamasız. Roman vardır insanı bizzat kendi dünyasının derinlerinde, uğul uğul daha derinleri sondajlayan girdaplara sürükleyiverir: Roman vardır dipten sondajladığını, dışarıda bulduğunun karşısına diker, ya da tam tersi. Sanki bir şey aniden bulunmuş, bir ses uğultuların arasından bir an için duyulmuş... Sanırım cümle cümle zihnimizin derinliklerine kaçan, kendi sesimizde taşıdığımız romanlar bunlardır. Öteki'nin masumiyetini avucunuzun içine tumturaksız bırakarak, usulca kapanan romanlar. Öteki'nin nabzı avucunuzda atar, atar...
Şehirler vardır bir de romanlarda geçen. Nehirlerini, gemilerini, çatılarını okşar gibi, teskin eder gibi öfkesini usulca, şehre çevirmiştir bakışını roman. Edebiyat ister mezarlarını tekmelesin şehrin, ister anıtlarının önünde hırsla, öfkeyle yumruklarını sıksın, aslında hep şehrin masumiyetini haykırır: BU ŞEHRİN BİR SUÇU YOK! dehlizlerinde, sokak aralarında ve meydanlarında, evlatlarını yiyen bu şehir değil. O sensin. Kendi sulbünü yiyen nesep: "Hepsi senin suçun". İnsanlık suçu!
Öteki'nin suçu yoksa, bu şehrin bir suçu yoksa... masum olabilir misin?
Masumiyeti iade edilmiş şehir: St.Petersburg
St. Petersburg öylesine edebiyat dolu bir şehir ki onu arkada bırakırken, bu şehri çamurun üzerine kuran I. Petro filan değil, bu şehri Dostoyevski kurdu, Puşkin kurdu, Gogol kurdu diyorsunuz. Bu şehri onların hayatları ve edebiyatlarıyla cevabını verdikleri yüzyıllık gerilimler kurdu. Markar Esayan'ın Taraf'ta çok güzel yazdığı gibi, Rusya'nın gerilimlerinden devasa bir St. Petersburg edebiyatı nasıl doğduysa, bence St. Petersburg şehrini de bu devasa edebiyat yeniden doğurdu.
Gerçekten de en vurucusunu -ve yine- Marshall Berman yazmıştır. Dostoyevski'den Puşkin'den, Gogol'den, Çernişevski'den, Biely'den ve Mandelştam'dan geçerek acılar, sancılar, umutlar ve umutsuzluğun girdaplarından St. Petersburg'un nasıl doğduğunu anlatır. Çamurun üzerinde yükselen şehrin üç yılda 150.000 işçiyi nasıl yutuverdiğini, göz çukurlarını saraylar ve kamu binaları doldururken, Neva'nın nasıl da ağladığını... St. Petersburg'u oraya, Finlandiya körfezinden esen "modern" rüzgarlara karşı yeniden kuran edebiyat yıllar boyunca St. Petersburg'la hesaplaşmış, yüzleşmiş bir edebiyattır. Kan ve çamur üzerinde yükselen bu şehre masumiyet bahşeder St. Petersburg edebiyatı. Şehrin dört bir yanına masumiyet müzeleri kurar. Hayatlar ve yapıtlarla...
Kışlık Saray'ın (Hermitage) önünden Neva boyunca uzayıp giden şehre bakarken St. Petersburg edebiyatının ölümsüz karakterleri çılgıncasına iç-savaşımlarıyla yanı başınızdadır. Büyüleyicidir St. Petersburg, öylesine büyüleyicidir ki siz de Neva gibi hıçkırarak ağlamak istersiniz ona bakarken. "Senden gayrı şehir yok" diye fısıldayasınız gelir incecik bir sisle örtünmüş o güzelim siluete; "başka hiçbir şehri böyle sevemem..." İnsanı şehrinden ve bütün şehirlerden koparan tek başına şehrin güzelliği değil, onu bir anda sislerden ve gizlerden soyarak karşınızda çırılçıplak bırakan St. Petersburg edebiyatıdır...
Dostoyevskaya'daki metro istasyonundan çıkıyorsunuz mesela. Sokağın başında ellerini üst üste attığı bacakları üzerinde sükûnetle kavuşturmuş, geniş alınlı ve düşünceli bir Dostoyevski bekliyor sizi. Öyle aniden çıkıveriyor ki karşınıza, heykeli değil de kendisi olsa ancak bu kadar etkilenirdiniz. Yazarın son üç yılını geçirdiği, sokağa, eve, çalışma odasına sessizce davet ediyor heykel ve dönüyorsunuz köşeyi. Sokağı geçip Dostoyevski apartmanının daracık merdivenlerini tırmandığınızda, antrede bekleyen şapka onun yerine zarif, hüzünlü ve çok dokunaklı selamlıyor sanki. Deneyimlerin en acayibi, çalışma odasında yer alan, Dostoyevski'nin kardeşine ait antika bir saati görmek. Yazarın öldüğü tarih ve saatte durdurulmuş, sonsuza kadar. Bir de salondaki sehpada bekleyen tütün kutusu var; üzerinde küçük bir kız çocuğunun el yazısı. "Baba bugün öldü: 29 Ocak 1881".
Dostoyevski orada bırakmıyor sizi, şehrini bir müze olarak kuracağını hiç bilmeyen bir masumiyetle, edebi imgelerde izini süreceğiniz yeni bir büyülenmeye aralıyor kapıyı. "Raskolnikov (Suç ve Ceza) turu yapmak ister misiniz?" Kim istemez ki... Rusya'da pek göremeyeceğiniz türden bir incelikle tanıtıyorlar bu turu: "Biz götüreceksek küçük bir grup oluşturmalısınız ya da size katalog verelim kendiniz gidin. Tur 3000 ruble çünkü, iki kişi için çok fazla bir para bu..." diyorlar mesela. Elinizde kartpostallardan oluşturulmuş bir katalogla kendiniz çıkabilirsiniz yola. Her kartın ön yüzünde romandaki bir mekanın resmi, arkasında adresi var ve de romanın orada geçen bölümlerinden kimi pasajlar. Raskolnikov'un penceresinin önünde lüzumsuz hayatları ulvi amaçlar için yok etmenin anlamını düşünün, Yusupov Sarayı'nın parmaklıkları boyunca temkinli adımlarla ilerleyin, bulun tefeci kadının evini... köprülerden geçin sayıklamalar içinde. Sonya Marmeladova'nın sokağına atın kendinizi; yoksulluğun bin yüzü arasından dost bir yüz görmek adına. Karakola gidin, sorgulanın, kendinizi ele verin, yeniden köprülerine şehrin vurun kendinizi, vurulun. Üstelik sadece Dostoyevski'nin Başkaldıran'ı değil, Puşkin'in Yevgeni Onegin'i de yanı başınızda yürümeye devam ediyor. Birazdan tırmanıverecek suyu çevreleyen parmaklıklara, aslan heykelinin sırtına oturacak, sevgilisini elinden alan Neva'ya, Neva'nın gazabını şehre çeviren Bronz Suvari'ye haykıramadan bile lanetini... bakacak, bakacak, bakacak uzaklara... Hava biraz daha soğuk olsa, Gogol'ün Palto'ları da vuruverirdi kendini sokaklara... Hele St. Petersburg'a girişinizi, Moskova St.Petersburg treniyle yapmışsanız, yan kompartımandan taşan Anna Karenina hüznünü en baştan yanınıza almışsınızdır zaten. Moskovsky İstasyonu'nda durup raylara bakarken "Anna Karenina hiç yaşamadı," demeye çalışın isterseniz, kendinizi bile inandıramazsınız. Onun trenin önüne atlayan narin bedeni, bildiğiniz bütün bedenlerden daha gerçektir, daha kırılgan... En iyisi mi Petersburg'a gitmeden her birini yeniden okumak, üzerine de Marshall Berman'ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor kitabından St. Petersburg bölümünü. O zaman Nevski Bulvarı'nı, Kazanski köprüsünü, Amiralliğin altın iğnesini, Petropavlosk kalesini sahiden anlayabilirsiniz. Nevski Bulvarı'nda yürümeyi evrensel bir başkaldırı metaforuna dönüştüren küçük adamları hatırlarsınız bir bir. Belki içiniz burkulur; Nevski Bulvarı'nda kolayca yürüyorum diye. Edebiyat yakanızı bırakmayacak hâsılı ve de ölümcül imkansızlıkları küçük insanın; Nevski'ye, yani "sokağa çıkmak", bir zamanlar delirtici bir düştü diyecekler kulağınıza...
St. Petersburg'u Türkiyeli, Kanadalı, Şeyselli ya da Hong Konglu bir gezgin için büyüleyici yapan biraz da beraberinde getirdiği Petersburg imgeleridir -ki bu imgeler en çok St. Petersburg edebiyatından derlenmiştir.
ve İstanbul'u yeniden kuran Pamuk duyarlılık
St. Petersburg'da gezerken sık sık bunu düşündüğümden, döner dönmez okuduğum Masumiyet Müzesi ve akabinde yeniden okuduğum İstanbul kitabı da bambaşka anlamlara kavuştu. Çünkü Masumiyet Müzesi'nde Orhan Pamuk İstanbul'u yeniden kurmaya devam ediyor. Şehirleri kuran, onları yüzlerce yıl sonrasına taşıyan, yollar ve köprüler, kapılar ve binalar, kirişler ve kolonlar değil, her tür yazı ve en çok da edebiyattır. Bu anlamda uluslararası toplumun imgeleminde İstanbul'u inşa edenin Orhan Pamuk olduğu Nobel'le tescillendi zaten.
Masumiyet Müzesi'ni okurken Füsun'a âşık bir Kemal'le birlikte, pür dikkat şehre, şehrin zamanına ve eşyalarına bakan bir Orhan Pamuk görüyorsunuz. Adeta şehri kurmak için koskoca bir göze dönüşmüş bir Pamuk. Kendi adıma ne kayıp küpeyi, ne ayva rendesini, ne elbiseleri ne de tokaları Füsun'un oldukları için merak ettiğimi ve görmek üzere güçlü bir arzu duyduğumu söyleyemem. Bütün bu kurmaca nesneleri ve bu müze fikrini büyüleyici yapan onların Füsun'a ait olduklarını düşünmek değildi. Hatta kimi bölümlerde beni 2010'nun müzegezeri olarak onlara dikkat etmeye çağıran anlatıcıdan kaçıp kurtulmak istedim. O henüz kurulmamış müzeyi şimdiden muhteşem kılan şey 1970'lerin İstanbul'unu yeniden kuran Pamuk duyarlılığını görme arzusuydu. Şehrin o eski zamanından "zamansız" bir İstanbul sahnesi yaratan bir yazarın derlediklerini görme arzusu. Zamansız bir gündelik hayatın "büyük aşk miti" ışığında ayıklanmış eşyalarını ve eşyaların bizim kısa ve kırılgan hayatlarımıza karşılık upuzun ömürlerini hissetme arzusu...
Ve elbette bir gün St. Petersburglu bir okurun da -Nişantaşı'ndan Çukurcuma'ya- İstanbul'u dolaşırken yaşadığı büyülenmenin ardında Pamuk'la dokunmuş bir şeyler olacağını hissetmek de çok büyüleyici. Bunun ne demek olduğunu orada anladığımdan, St. Petersburg'dan dolanarak Masumiyet Müzesi'ne yürümeyi denedim.
Tüm bu nedenlerle, Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi roman-projesini hak ettiği yere yerleştirebilmek için, "bir ilk" olduğunu vurgulamak yerine, Pamuk edebiyatının ardında olduğu kadar Masumiyet Müzesi projesinin ardında da yüzlerce yıllık bir edebiyat geleneğinin, bir roman birikiminin, gündelik hayat ve şehir sosyolojisinin, edebiyat ve eleştiri, hakikat ve kurgu, yazı ve mekân içiçeliğinin, yazar ve okur mirasının yer aldığını anlamak önemli. Orhan Pamuk'u çok mühim bir edebiyatçı yapan kendinde başlayıp biten bir yaratıcılık değil, bu muhteşem birikimden Türkiye'de en layıkıyla yararlanan, aynı derecede müthiş bir birikim ve üretkenlikle bunları okuyucusuna geri veren bir romancı olması. Bu yüzden de fetişistik ve eril bir "ilk olma" arzusunu yankılayan bir söylemle Masumiyet Müzesi'nin sesini yalıtmaktan kaçınmak lazım.
Masumiyet Müzesi projesi edebi gelenekten yalıtılırsa ve her şey bir yana koca Petersburg'u bir "açık edebiyat müzesi" olarak kuran bütün bir edebi birikim, edebiyatın hakiki ve mecazi müzesi olan bu şehir ya da Dostoyevski -gerçek ve kurgunun birbirinin içinde eridiği postmodern bir edebiyatla yüzyıl sonra taptaze buluşan bu büyük avantgarde- hatırlanmazsa, o geleneğin çeşitli biçimlerde devamında yer alan Orhan Pamuk'a da haksızlık edilmiş olur: çünkü bu durumda ya okuyucuları edebiyat, şehir, gündelik hayat, tarih ve bilhassa Doğu Batı ilişkisine yeterince kafa yormuyordur, ya da Orhan Pamuk'a...(SÇ/BÇ)