Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan 2021'de başlayan panellerin altıncısı "Yas, Hafıza ve Politika" idi.
"Yas, Hafıza ve Politika" paneli 22 Ocak 2022'de gerçekleşti. Nesrin Uçarlar moderetörlüğündeki programa Murat Çelikkan, Gülsüm Elvan, Derya Aydın, Aslı Zengin katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" ve "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" başlıklı panelleri de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
Feminist ve LGBTİ+ hareketleri ölüm ve cinayetler hakkında çok fazla düşünen ve eylem üreten alanlar. Özellikle de devletin ve toplumun trans ve natrans kadın cinayetleri karşısında takındığı kayıtsız ve ayrımcı tavra çok vurgu yapan siyaset sahneleri.
Feminist ve LGBTİ+ siyasetler arasındaki yakın bağı aklımızda tutarak bugün daha çok LGBTİ+, özellikle de trans ölüm ve cenazeleri üzerinde konuşmak, ve ayrımcılığa uğrayan ölülerimiz arasında bağlar kurmak istiyorum.
Bu coğrafyada ölüsüne saygı gösterilmeyen, kimsesizleştirilen, unutulan, ölümleri birer sayıya dönüştürülen bir sürü farklı grup var. Bazılarımız için bunun tek sorumlusu devlet ve toplumdaki ırkçılık değil. Sorumlular bazen de aile ve belirli dindar kesimler olabiliyor.
Bugün size anlatacaklarım devlet, aile ve dini otoriterler arasında yapılan ittifakların sonucu red edilen çocuklar, gençler, kadınlar ve onlara inkâr edilen yas süreçleriyle ilgili olacak.
Yaşadığımız coğrafyada etnik ayrımcılıkla ırkçılık kadar, cinsiyet kimliği ve cinsellik de yasın ve yası tutulabilen bedenlerin hatlarını, içeriğini ve imkânlarını şekillendiriyor.
Ölüm ve cenaze alanına ait söylem ve pratiklerin kime göre nasıl düzenleneceği ve nasıl anlamlar bulacağının mücadelesi aynı zamanda kimin yasının tutabileceğinin ve kimin ölüsünün ve dirisinin değerli olduğuna dair mücadelenin ta kendisini oluşturuyor.
İçinde yer aldığım siyaset ve araştırma alanları vesilesiyle yıllardır aileleri ve akrabaları tarafından terk edilmiş ve sahipsiz bırakılmış bir sürü LGBTİ+ hayat ve ölüm hikâyesi dinledim.
Türkiye'de çoğu trans kadın biyolojik ailesine cinsiyet kimliğini açıklar açıklamaz onlar tarafından terk ediliyor. Buna dair yüzlerce yaşanmışlık var. Aileler trans çocuklarının bedenlerini sadece onlar hayattayken değil, öldüklerinde de terk edebiliyorlar. Cenazesi reddedilen, hatta devletten trans çocuklarının cenazelerini kimsesizler mezarlığına gömmesini isteyen aileler var.
Öte yandan ailelerin sahip çıkmadığı cenazeleri kendi imkânlarını seferber ederek topladıkları kaynaklar ile düzenleyen LGBTİ+ siyaseti var. Bu cenazeler aynı zamanda ölen kişinin gerçek ailesinin kim olduğuna dair cevaplara da sahne oluyor. İnkârın ve sahiplenmemenin yarattığı bu şiddet dünyasında LGBTİ+ arkadaşlıkların ne kadar önem kazandığına defalarca tanık oldum.
Çoğu trans ve kuir insan bu ilişkiler ve yakınlıklara gerçek ya da seçilmiş ailesi olarak bakıyor. Gerçek veya seçilmiş ailesi tarafından gömülmeyi vasiyet eden, bunun için vasiyetname yazan çok fazla arkadaşımız var.
Yaşayan ve ölü beden üzerinde devlet, kan bağı ailesi ve dini otoriterlerin ortaklaşa kurduğu egemenliği yazılı veya sözlü vasiyet yoluyla, çeşitli kampanya eylem ve söylemlerle bozma çabası LGBTİ+ siyasetin öncelikli mücadelelerinden biri.
Heteronormatif aile ve ahlakı
Dolayısıyla bu mücadele içerisinde katillerin adını doğru koymak gerekiyor. Bu katillerden biri de heteronormatif aile yapısı ve ahlakı. Bu anlayış devletin yasalarını da şekillendiriyor. İdeal Türk ve Kürt aile yapısının nasıl olması gerektiğini, bu yapının kimleri içerip kimleri içermeyeceğini ve aile içindeki rollerininasıl paylaşılması gerektiğini belirliyor.
Bu dediklerime örnek olarak, kimin kimle evlenebileceğini, kimin ebeveyn olabileceğini, kimin evlatlık edinilebileceğini, kimin hangi koşullar altında boşanabileceğini ve kimlerin miras hakkına sahip olabileceklerine dair düzenlemeleri sayabiliriz.
Nüfus cüzdan ve kısırlaştırma
Başka bir örnek verecek olursak, yakın zamana kadar Türkiye'de transların nüfus cüzdanlarını değiştirebilmek için tamamlamaları gereken tıbbi ve yasal düzenlemelerin bir parçası kısırlaştırmaydı. Bir kişinin yasal olarak cinsiyet ve vatandaş kimliği değiştirebilmesi için kişinin sterilizasyonu şart koşuluyordu.
Bu düzenlemeyle yasal yollarla cinsiyet geçiş sürecine giren transların üremesi kati surette engellenmekte ve egemen aile anlayışının en önemli unsurlarından biri olan üremeden devlet eliyle mahrum bırakılmaktaydılar. Yani devlet belirli vatandaşların üremesi için çeşitli teşviklerde bulunurken (misal üç çocuk beş çocuk söylemlerini biliyoruz) bazı vatandaşlarının ürememesi için sıkı yasalar geçirmekteydi.
Aile, LGBTİ+ hayatlar için kavgaların, terkedilmenin, reddin, dışlanmanın ve hatta ölümün asıl kaynağı olabiliyor. Dolayısıyla aile bireyleri arasında kurulması beklenen sevgi, bağlılık ve şefkat gibi bağlar belirli hayatlara dair arzuların ve bedenlerin üretilmesine, düzenlenmesine ve terbiye edilmesine sıkı sıkıya bağlı.
Aile tüm duygusal, maddi ve sembolik varlığı ve uğraşı ile belirli hayatları, bedenleri ve arzuları içerip, diğerlerini dışlayarak çoğu zaman bir sürü hayat beden ve arzu arasına sınırlar inşa eden ve duvarlar ören bir işleve sahip. Aileyi aile yapan şeylerden biri aile bireylerinin o aileye ait kuralları ve değerleri içselleştirmesini şart koşmaktadır.
Yani kan bağından oluşan aile ile cinsiyet kimliği ile cinsellik arasında bir akit var. Bu akdin bozulduğu en uç örneklerden biri daha önce trans kadın bir arkadaşımdan dinlediğim hikâye. Onu sizinle paylaşmak istiyorum.
Biyolojik aile ve arkadaşlar
Ölen bir trans kadının biyolojik ailesi tarafından kimsesizler mezarlığına gömülmesi isteniyor. Aile tarafından hem yaşamında hem de ölümünde sahip çıkılmamış, terk edilmiş trans kadınların hayatları arkadaşlarının bedenlerine sahip çıkma ve toplumun biyolojik aileden beklediği rolle defalarca üstlenme alanına sahne oluyor.
Fakat özellikle cenazelere sahip çıkmak her zaman o kadar kolay olmuyor. Biyolojik ailenin trans çocuklarının cenazesini trans arkadaşları tarafından organize edilmesine izin vermediği durumlar da yaşandı. Mesela ailesi tarafından kimsesizler mezarlığına gömülmesi istenen trans kadın bir arkadaşın cenazesi ilk önce LGBTİ+ arkadaşlar, özellikle de trans kadınlar tarafından sahip çıkılmıştı.
Hatta trans kadınlar arkadaşlarına bir mezar almak ve onu normal bir mezarlığa görmek için kendi aralarında para bile toplamışlardı. Fakat ne yazık ki aile izin vermedi. Ölen çocukları ve onun arkadaşları arasında kurulan yakınlık ilişkisini yasal yollardan bir çırpıda reddedebildiler.
Kan bağı
Mesele cinsiyet ve cinselliğe geldiği zaman sadece kan bağı ilişkisi üzerinden kurulan yakınlık ilişkilerine izin veren bir sistemle karşı karşıyayız.
Bu sistem kan bağı dışında kurulabilecek ve ailenin yerine geçebilecek diğer ilişkileri yok sayıyor. Bu durum Kürt ve Alevi ailelerin yaşadığı ölüye adalet ve saygı mücadelesinden çok daha farklı o anlamda.
Kürt ve Alevi aileler cenazeleri için devlete karşı mücadele ederken, LGBTİ+'lar özelinde aile ve devlet genelde ittifak kurup LGBTİ+'ların karşısında yer alıyor. Devlet trans kişinin mirası ve ölü bedeni üzerindeki hakkın kime ait olduğunu kan bağı üzerinden kalın harflerle tanımladığı için herhangi yasal bir vasiyetin yokluğunda ölen kişinin üzerindeki bütün haklar biyolojik aileye veya ölen kişiyle kan bağı olan akrabalara veriliyor.
Mesela şöyle hikâyeler duymak mümkün. Aile trans çocuklarını kimsesizler mezarlığına göndermesine rağmen ölen çocuklarının mal ve mülküne hiç çekinmeden el koyabiliyor. Aileye verilen bu nihai güç devletin yasalarıyla sabitleniyor. Devlet yakınlık ilişkisini kan bağı üzerinden elde edilen bir ayrıcalığa ve mülke dönüştürüyor.
Kimsesizler mezarlığı örneğinden anlaşılacağı gibi bu ayrıcalık ve mülkiyet ölümcül daha doğrusu ölen kişiyi fiziksel ölümünün ötesinde bir kez daha öldürebilecek kudrete sahip olmaktadır. Biyolojik haliyle bu aile modeli devlet yetkisiyle üretilmiş en ölümcül yakınlık modellerinden birine dönüşebilmektedir.
Gassallar
LGBTİ+’ların ailesinin onayını alıp cenazeye sahip çıktıkları durumlarda yaşanan başka bir kriz ise cenaze merasimlerinde gassallar gibi din çalışanlarıyla imam gibi dini otoritelerinin tavırları ile ilgili.
Yıkama, kefenleme ve toprağa defin merasimi Türkiye'de kültürel olarak egemen olan cenaze ve yas anlayışına tekabül ediyor. İnsanların kolektif bir şekilde yasını tutabildikleri, yasın ve kaybın görünür ve tanınır olduğu, toplum nazarında kabul, şefkat, saygı ve anlayış gördüğü yegâne alanlardan biri.
Dolayısıyla Müslüman cenaze ve yas tutma çerçevesi içerisinde ateistler ve deistlerin cenazelerinin kılındığına rastlamak da mümkün. Aslında bir parantez açıp bu konuyla ilgili Murat Çelikkan'ın da söylediklerine katılarak, yani Türkiye'deki seküler yas tutma pratiklerinin ve alanının ne kadar eksik olduğuna dair biraz kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum.
Seküler yas ve cenaze nedir?
Bunun üzerine siyasi olarak da daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Bu alandaki pratiklerimiz ve tahayyülümüz maalesef kısıtlı. Aile mensupları ve ölünün yakınları bu tören çerçevesine katılıp onun gerektirdiği işlemleri yaparken ölüye karşı yerine getirilmesi beklenen toplumsal ve ailevi bir göreve sahip çıkıyorlar.
Böylece merhuma topluca veda etme şansı buluyorlar. Cenazeler dini, ahlaki, ailevi normların ve toplumsal cinsiyet kurallarının birbirine ne kadar göbekten bağlı olduğunu görüp anlamamız için önemli bir imkân sunuyor. Egemen normlar ve değerler arasındaki bu içli dışlılık aynı zamanda ölüm ve yas için güvenli bir alan sağlıyor.
Normatif bir alan olduğu için toplumsal düzenin kendini yeniden üretmesine vesile oluyor. Yıkama, dokunma, sarılıp öpme gibi ölüyle kurulan temas biçimleri (yani gasilhanedeki merasimden bahsediyorum) çoğu insan için kayıplarını uğurlamanın, onlara veda etmenin son halini oluşturabiliyor.
Ölü yıkama esnasındaki dokunuşlar, yaşayan ve yas tutan kişi ile ölen kişinin bedenini fiziksel bir yakınlık içerisinde buluşturuyor. Ölümün ve yaşamın birbirine dokunduğu bu temas alanında yaşamaya devam eden kişi ölen kişinin bedenine dokunarak, ona bakarak, sevgi, acı, keder, üzüntü ve şefkat gibi karmaşık duygular ağı içerisinde ölümün kendisine dair bir anlaşılırlık ve anlamlılık üretmeye çabalıyor.
Ölümle yaşam arasında açılan uzaklığı anlamaya çalışan diğer duyu biçimlerinde hep bir mesafe varken, dokunmak mesafeyi ortadan kaldırabiliyor. Bu dokunsal ilişki içerisinde çoğu zaman dokunuşun kendisi yasa dönüşüyor. Yas tutmanın bir biçimine dönüşüyor. Temasın kendisi yas oluyor. Hatta bu temas, bazı aile bireyleri ve akrabalar için ölülerine karşı gerçekleştirmeleri gereken son görev gibi de algılanabiliyor.
Fakat ne yazık ki vefat eden yakınlarını bazen bu son vedadan mahrum bırakan kişiler de var. Daha önce yaşanan cenazelerin gösterdiği üzere ölen kişi ikili cinsiyet düzenini aşan biri ya da bir trans olduğunda aile bireyleri ve gassallar merhum veya merhumenin bedenini yıkamayı, yani ona dokunmayı reddedebiliyorlar.
Yani bu alan toplumsal cinsiyet ve ölen kişiyle yakınlık ilişkilerindeki hiyerarşilere göre düzenlendiği için aslında aynı zamanda muhalefete ve müzakerelere de açık bir alan.
İkili cinsiyet kuralları
Gassallarla yaptığım görüşmelerden bir tanesinde kadın bir gassalla aramızda şöyle bir muhabbet geçti (İsmine Ayşe diyeceğim, bu gerçek ismi değil). Kendisine yarın öbür gün Bülent Ersoy'un cenazesi önüne gelince ne yapacağını sordum. Ayşe’ye göre ne kadın ne de erkek gassal Bülent Ersoy'un ölüsünü yıkamamalı.
Fakat sonrasında devlet görevlilerinin vereceği kararın nihai karar olacağını, ama kendisinin Bülent Ersoy’u yıkarken rahat hissetmeyeceğini ifade etti. Ayşe’ye göre trans kadın veya erkeği yıkamak gasilhanenin ikili cinsiyet kuralları ile belirlenmiş mahremiyet kurallarını bozan bir eylem.
Kimsenin yıkamaması gerektiğini, yani kimsenin ölü kişi kişinin bedeniyle temas etmemesi gerektiğini, kişinin sadece kefene sarılıp gömülmesinin yeterli olacağını savundu.
İlla yıkanması gerekiyorsa o zaman doğduğu zaman ölünün kendisine atanan cinsiyet doğrultusunda yıkanması gerektiğini belirtti. Egemen cinsiyet kodlarını aşan bir bedene dokunmanın, onu yıkamanın ve gömmenin kendi inanç dünyasına zararı olacağını düşündüğünü söyledi.
Cami ve imam sorunu
Yine bazı trans arkadaşlarımızın cenazelerinde cenaze namazını kılacak cami ve imam bulmakta epey zorlandık. İmamların bazıları trans kadın arkadaşımızın cenaze namazını kendi camisinde kılmak istemedi. Bir başka imama gittiğimizde cenazeyi erkek olarak kılmak istedi.
En sonunda başka bir cami ve imam bulundu ama epey zahmetli ve bir sürü ayrımcılıkla baş etmemiz gereken bir süreç oldu. Zaten arkadaşının kaybını yaşayan ve yas içerisinde olan bir grup insan bir de üstüne cami cami dolanarak lâyıkıyla cenazesinin yasını tutabileceği bir yer aradı.
Yani bu durum çok tekrarlanan bir travma. Hem kişisel bir travma, hem de siyasi bir travma. Sonuç olarak ölüye sahip çıkmak ve ona bakmak aynı zamanda geleceğe dair de bir mücadeleyi mümkün kılıyor. Çünkü ölüye bakmak ve onu sahiplenmek aslında geride kalanların ve hala yaşamaya devam edenlerin birbirini bulması, birine bakması ve birbirini sahiplenmesine dair çabayı ortaya çıkarıyor.
Ölüye/hayata sahip çıkma
Ölüye sahip çıkmak aslında aynı zamanda hayatın da kendisine sahip çıkmak demek. Onu ölüm üzerinden anlamlandırıp her haliyle talep etmeye denk düşüyor. O yüzden de kendi ölülerimiz ve cenazelerimiz için haklı mücadelemizi verirken, toplumun ve devletin yok saydığı, inkâr ettiği ve üzerinde tepindiği diğer ölüm ve yaslarla da ilişki kurmamız gerekiyor.
Cenazeleri kaybedilen ve gasp eden Kürtler, ölüsüne ve yasına saygı duyulmayan Aleviler, soykırımının hala tanımadığı ve mezarlıklarının sürekli yağmalanıp yıkıldığı Ermeniler, kadın düşmanlığının ve namusun öldürdüğü natrans ve trans kadınlar ve adlarını anamadığım daha nice ölüm ve yas için biz beraberce alan açmak durumundayız.
Bu inisiyatif üzerinden ölülerimiz için bir adalet talebimiz var. Bunu birbirimizi tamamlayıp birbirimize sahip çıkarak ve birbirimizden güç alarak yapmak zorundayız.
O yüzden de en sevdiğim sloganlardan birini söyleyip noktalamak istiyorum.
Asla yalnız yürümeyeceksin.
Sorular/katkılar
LGBTİ+lar özellikle baskılar nedeniyle ayrı mezarlık alanları talep ediyor mu?
Benim bildiğim böyle bir talep yok. Fakat ölümle ilgili yapılan siyasi hamle daha çok vasiyetname yazma üzerinden çünkü amaç bu vasiyetnameler üzerinden kendi bedenine, hayatına ve ölü bedenine egemenliğini deklere ederek devletin aile kan bağına verdiği egemenliği kırmak.
Sen sorduktan sonra biraz hızlı bir şekilde düşündüm çünkü LGBTİ+ mezarlığı daha önceden aklıma gelen bir soru değil. Hayatın başka alanlarda gelişme kat etmeden böyle bir mezarlığın çok fazla şiddet getireceğini düşünüyorum. Yani bu mezarlık Hainler Mezarlığı’na benzer bir algı yaratabilir.
LGBTİ+ mezarlığı diye tasarlanmış bir mezarlığın ne kadar çok şiddete uğrayacağını az buçuk hepimiz tahmin edebiliriz. Orada kemik de bırakmazlar, mezar taşı da. Yani o yüzden şöyle bir ortamda ne kadar doğru bir siyasi talep olur, çok emin değilim. Ayrıca burada önemli olan mesele ailenin, yani devletin aileye verdiği egemenliği kırabilmek. Başka yakınlık ilişkileri, başka cemaatler, başka aidiyetlikler tanınmasına dair bir siyasi çaba örgütlemek.
Mesela devletle kurulan ilişkide Kürtler ve Ermeniler özelinde aile çok başka bir yere denk düşüyor. Çok daha koruyucu, sahip çıkıcı. Kapsül gibi. Dışarıdaki hayatta alamadığı nefesi insanlar aileye dönüp alıyor. Aileyi romantize etmek için söylemiyorum ama genel olarak ailenin azınlıklaştırılan topluluklar için konuştuğumuzda böyle bir siyasi işlevi var.
Ama LGBTİ+ hayatlara baktığımızda devlet ve ailenin el ele verip mahvettiği bir sürü yaşamdan bahsediyoruz. İnsanların elbette birine sahip çıktıkları, alternatif ilişki ağları kurdukları, beraber siyaset yaptıkları kocaman sosyalleşme ve politikleşme ağları var. Ama bir yandan da bu yakınlık ağlarının çoğu tanınmıyor.
Mesela bakıyorsun, bir trans kadın başka bir trans kadına senelerce annelik yapmış. Bu gönüllü annelik kurumu translar arasında devlet tarafından ya da yasal olarak tanınabilen bir şey değil. Yani orada o emeğin karşılığını veren yasal bir sonuç yok. Ya da mesela lezbiyen olabilirsin ve partnerin ölebilir ya da hastanede yoğun bakımda olabilir ama senin bu kişinin partneri olduğunu kanıtlayabileceğin yasal bir zeminin yok. Gidip orada hastanede sevgiline ya da partnerine bakabilecek yasal bir konumun yok.
Yani bu yakınlıklar, inkâr edilen ve yok sayılan yakınlıklar. Dolayısıyla bir mezarlık talebi ile zaten ötekileştirilen bir grubu ölüm üzerinden işaretlemek veya daha görünür kılmaktansa, yaşam içerisinde biz başka nelere odaklanabiliriz, bunu sorgulayalım. Yaşama dair hangi duygular ya da hangi yakınlıklar bize yasak, bunlar üzerine daha fazla politik olarak düşünmek bana daha öncelikle geliyor.
Seküler cenaze ve yas pratiklerine dair haklar?
Seküler yas meselesi üzerine yeni yeni kafa yorduğum bir mesele. Aklıma Meral Okay’ın cenazesi geliyor mesela. Öldüğünde krematoryumda yakılmak istediğini vasiyet etmişti. Benim bildiğim Türkiye’de krematoryum bir tek Ankara’da var. O da işlevsel halde değil, çalışmıyor ama sembolik olarak orada duruyor bildiğim kadarıyla.
Okay vasiyetinde yazdığı ve ateist olduğunu söylediği halde ailesi ölü bedeninin yakılmasına izin vermedi. Böyle alanlar insanın kendi bedeni üzerindeki egemenliğini kendisinden aile ve devlet ittifakı ile çalan alanlar. Buralara müdahale etmek seküler yasa daha fazla alan açmak gibi geliyor.
Seküler yastan kastım ise, ister inanırsın ister inanmazsın, neden en sonunda vardığın topluca yas tutma biçiminin, toplumsal olarak yasını tutabileceğin çerçevenin genelde Sünni İslami bir çerçeve olmasına dair. Elbette bu çerçeveyi de değiştirip dönüştürmek mümkün. Kendi içimizde bunu bir takım arkadaşlarımızın cenazelerinde yapabildik mesela.
Kendisi yıkamak istemeyen gassallar oturup trans arkadaşlarımıza cenazeyi nasıl yıkamaları gerektiğini öğrettiği. Böylece gasilhaneye trans arkadaşlar girdi. Tabutlara gökkuşağı bayrakları sarıldı, feminist sembollerle bezeli örtüler sarıldı. Aslında bir yandan da var olan dini bir çerçevenin içini başka şekilde doldurmak da mümkün.
Yine de bu yapı-bozumun dışında da, bütün bu dini sembollerden ve çerçevelerden azade seküler başka bir kolektif yas tutma biçimini biz neden gerçekleştiremiyoruz? Bu benim için önemli bir soru. Açıkçası buna dair genel bir talep de yok. Belki küçük gruplar arasında dile gelen bir şey ama mesela hiçbir siyasette benim gördüğüm veya duyduğum bir şey değil. Ama bu ülkede ateistler ve deistler de var. Yani herhangi bir dini çerçeve içerisinde yasının tutulmasını istemeyenler de var.
Bu inisiyatife dâhil olduktan sonra- ki bu konuda çalışan bir insan; kendi pratikleri de var; birçok meselenin hem akademik, hem siyasi, hem şahsi olarak içerisinde - bu platform Aslı'nın düşüncelerini dönüştürdü mü? Nasıl dönüştürdü? Bu inisiyatifin kendisi için yani mesellere bakış açısında nasıl bir etkisi oldu? (Hişyar Özsoy)
Önce kısaca mirasla ilgili soruya şöyle bir şey söylemek istiyorum. Bir insan vasiyetname yazsa bile devletin biyolojik olarak bağı olan insana tanıdığı ayrı bir hak var. Şimdi onun oranlarını unuttum, ama mesela sen mal varlığının yüzde yüzünü vasiyetname ile arkadaşlarına veya ona buna dağıtsan da, devlet bunun atıyorum yüzde 30 veya yüzde 40’ını yine de kan bağından gelen insana veriyor.
Bunu evlatlık hukukunda da uyguluyor. Evlatlık aldığın çocuğa bütün varlığını veremiyorsun. Mesela yarın öbür gün kan bağı ilişkin olan yeğenin çıkabilir. Yani illa çocuğun olması da gerekmiyor. Yeğenin çıkar, kuzenin çıkar, kan bağını kanıtlar ve mirasında hak edip mirastan pay alabilir. O yüzden miras kısmı bayağı karışık bir hikaye. Devlet ve kan bağı ailesi arasında arasında geliştirilen ittifakı çok güzel ortaya seriyor.
Hişyar’ın sorusuna cevaben ise bu inisiyatif beni geçtiğimiz sene içerisinde en çok heyecanlandıran oluşumlardan biri oldu. Beraber çok yol kat ettiğimizi, birbirimizden çok şey öğrendiğimizi düşünüyorum. Yani bu meseleler benim hem teorik hem de siyaseten aktif olarak üzerine çalıştığım ve bilgisini üretmeye çalıştım meseleler.
Ama bunu böyle bir ilişkisellik içerisinde düşünmek, bunun siyasetine dair beraber kafa yormak, sadece bilgi edinmek ve üretmek açısından değil, aynı zamanda bu beraberliğin siyasi imkanları nedir, beraber demokratik bir süreç yaratmak nedir üzerinden de çok anlamlı. Bu alanlarda tabii ki kafamı çok açtı. Çok şey öğrendim (AZ/Lİ/APK/KU)
* 22 Ocak 2022'de webinar olarak gerçekleşen “Yas, Hafıza ve Adalet" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: [email protected]
Yas, Hafıza ve Politika/ Nesrin Uçarlar
İnsan hakları ölülerin haklarını da kapsamalı/ Murat Çelikkan
Bana hakaret edenlerle uzlaşmamı istediler/ Gülsüm Elvan
Kürt direnişinin ve hafızasının mekânı olarak mezarlıklar/ Derya Aydın
LGBTİ+ ölüm, cinayet ve cenazeleri üzerine yasın politikası/ Aslı Zengin