*Picasso'nun "Guernica" eserinin bir bölümü. Yapıt, İspanya İç Savaşında Nazi Almanyası'na ait 28 bombardıman uçağının İspanya'daki Guernica şehrini bombalamasını anlatıyor.
1991 sonbaharı... Yapraklar dallarını yeni yeni terk etmeye başlıyor, hava parçalı bulutlu, rüzgârın içindeki saklı sesler, taşları delen incir ağaçları, sessizliği bir ağıt gibi yırtan dut ağaçlarımız, yağmurla harmanlanan toprağın kokusu, dağlardan kopup gelen iki çeşme Kanîya navin ve Kanîya mezin[1]. Bu iki kadim, bize hayatı getiren çeşmenin üzerine söylenen Stran'larla yakılan newroz ateşinin etrafında Demirci Kawa'ya selam gönderdiğimiz çok olmuştur. Stran'dan iki mısra Kanîya navin kanîya dila/nazewic im nazewic im. Annedir, dirençlidir, öfkelidir, bilgedir, gençtir, çocuktur, dildir, geçene su kalana ekmektir, aşkı destansıdır, yeşildir, medeniyetler biriktirmiştir, misafiri baş tacı; işgallere, sömürüye de meydan okumuştur Meya Farqîn[2].
Bir dönemin kontraları ve onların sahipleri şehri kan gölüne çevirmişlerdi. Tek motorlu jetlerden bildiriler yağıyordu üstümüze, arada G3 mermileri de düşerdi, gökten yağan bu bildirilerin altında bir kadının imzası vardı, şükürler olsun şehirde herkes Kürtçe konuşuyordu! Şehrin yine ilk faili meçhullerinden biri de bir kadındı. Yukarı mahallemizde evinin önünde kodlu kontralar tarafından katledilmişti. Şimdilerde kodlu kontralar yok artık, kodlara da ihtiyaç duymuyorlar zaten, alenen öldürüyorlar, işkence ederek katlediyorlar, sosyal medya hesaplarından da servis etmeyi ihmal etmiyorlar, karamanlar... Ölümün bile iyisini arar olduk bu ülke de! Kadınlar her zaman öldürülüyordu, kadınlar her dem işkence ve baskı altındaydı, ortada yeni olan bir durum yok. Daha fazla duyuyoruz, okuyoruz hepsi bu. Sadece okuyoruz! Okuduklarımızla kalıyoruz. Ahlar, vahlarla kalıyoruz. Ölümleri kınarken ettiği cinsiyetçi küfürlerle bela okuyarak neyin içinde neyin parçası olduğunu düşünmeyen bir yığın! Kim bunlar? Yazar Amin Maaluof'un Ortadoğu halkları için söylediği cümleyle demiş olalım: "Her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar." Yaşadıklarımızı özetlemiyor mu? Evet, sadece üzülüyoruz, iç geçirip yerimize oturuyoruz!
Dua ve küfür hep aynı kapıya çıkar...
Kimimiz meseleyi göğe havale eder, kimimiz zamanın sağaltıcı gücüne inanır. Kimimiz ise dizelere, notalara işler tanık olduğunun öfkesini, kederini; tarihe böyle not düşer. Unutulmasın, bilinsin olan biten diyedir meselemiz, bir daha yaşanılmasın/yaşatılmasın. Estetik ve hazdan kopmadan bu tanıklığı bağırıp çağırmadan, detone olmadan söyleyebilmek elbette maharet ister, yetenek ister, sabır ister. Varlık sancıları, içinde çıkılamayan girdaplar sanatla buluşup devinince kurtuluş daha hızlı ve etkili oluyor, Guernica'yı mezara çevirenlerin bünyesini, kimyasını alt üst eden Picasso'ya da selam olsun.
Şimdilerde herkes ülkenin bir mezarlığa döndüğünden yakınıyor, her gün ölümlere uyanan bir ülke haline geldiğini dile getiriyor. Yaşadığımız ülke şimdi bir mezarlığa dönmedi, mezarlık büyüdü, genişledi kapınızın önüne kadar vardı. Akıllı telefonlarda her saat bir mezar taşı dikiliyor. 90'lı yıllarda Silvan'ı mezarlığa çeviren bir kadındı, ruhu hâlâ ortalıkta cirit atıyor. Bu ülke dün de mezarlıktı bugün de mezarlık... Yaşadığımız toprakların ve coğrafyanın zihin haritası ortada. Bu topraklara bir zihniyet devrimi gerek, her tuttuğumuz dal elimizde kalıyorsa o ağacı kökünden koparmaktan başka bir çözüm göremiyorum.
Günümüz dünyasının işletim sistemine bir göz gezdirmemiz, bizi eğitim sisteminin çürümüşlüğüne ve kokuşmuşluğuna götürecektir önce -sürekli okuldan kaçan biri olarak ruhuma ve itirazcı yüreğime teşekkürü de bir borç biliyorum-. Diyarbekîr tren garındaki köpeklerle geçen zamanın öğreticiliği, 18 yıllık -resmi- eğitim hayatımdan daha fazla katkı bırakmıştır ömrüme. Asimilasyon okullarındaki ders kitapları facia değil de nedir? Ölümleri sıradanlaştıran, normalleştiren bu ülke insanını fetih ve dinci temalı müfredatla yetiştirmiyorlar mı? Sonunda çalınan ve yok edilen yaşamlar istatistik bilgiler olarak önümüze konuluyor. Stalin'in "Bir insan öldürüldüğünde katliam olur 1 milyon öldürülse istatistik bilgi olur" tespiti defalarca kendini kanıtladı insanlık tarihinde. Modern dünyanın gerçekliği üzerine tartışmalar sürerken; her gün artan tuğlalarla kadın cinayetlerinin istatistiğini Anıtsayaç'tan takip ettiğimiz gerçeğini nasıl sindireceğiz. Hangimiz suçlu?..
İlk faili meçhullerden biri bir kadındı, Silîva içinde. Ölüm, bulaşıcı bir hastalık gibi her tarafa sirayet ediyordu. Burada şiirin gücü ve kudretine, dizelerin her şeyi alt üstü edişine bir kez daha şahit olacağız Şair Şêrko Bêkes'in dizesiyle; "Lê dema jinek kuştin/evînek ji kîsê dinyayê diçe."[3] Şu iki dizeyi tüm dünya dillerine çevirmek, duyurmak isterdim. Duvarlara kazımak, gökyüzünde yıldızlara yoldaşlık etmesini arzu ederdim. Sınıfların bilgi panosuna asardım. Ölüm hep geceyle, karanlıkla ilişkilendirilir cinayetler kuytu ve karanlıkta işlenirdi. Benim kadim şehrimde ise gün ortası, çoluk çocuk içinde işlenirdi, emri veren/ler hep aynı zihniyettendi, yüzlerin değişmesi sizi yanıltmasın. Her ölümden sonra biriken öfkeyle yolunu bulmaya çalışan bir halkın çocuklarına ne derseniz deyin ne anlatırsanız anlatın havada kalacaktır; o çocukların hep bir tarafı eksik kalacak ve onlar öfkeyle var olacaklardır. Öfke ve kabalık arasında ince bir çizgi vardır, öfke iyidir. Çünkü kan izleriyle, zorbalıkla yaşanılan/yaşatılan bir hayatın izlerini, travmalarını ömür boyu üzerinizden atamazsınız, bu gömleği hep üzerinizde taşıyacaksınızdır. Coğrafya kader miydi yoksa biçilen bir gömlek miydi? Üstünüzden atamadığınız bu yükün öfkesi de ağır olur. Belleğin kaydettiklerini ne kadar kontrol altına almaya çalışırsanız çalışın mutlaka bir gün -belki hiç ummadığınız bir anda- bilinçaltından kendini sıyırıp dışavuracaktır. Bundan sürekli kaçmak yerine yüzleşmek en doğrusudur. Bunun için şiirler var, anlatılar var, stranlar var, oyunlar var, öyküler var, tuval ve fırçalar var, dengbêjler var... Her biri toplumsal belleğin bir parçası; peşine düşülünce sana kendi acınla tarihinle yüzleşmen için bir anahtar...
Betül Dünder'in "Taflanlar" şiirinde "Ve biz seninle dünyayı koşuyoruz yeniden/az evvel ölmüşü az evvel gömdüğümüz /nice cemden çıkıp nice taflan ektiğimiz/dünyayı" dediği yerden hareketle belki de yeni bir dünyaya çıkmak için; sanatın iyileştirici ve dinlendirici mabedine sığınmalı, dizelerin sonsuzluğuna güvenmeli, müziğe kulak vermeli... Bunca alabora/xircir içinde yolu göstermek o toplumun sanatçısına, yazarına da düşmez mi? Düşsel olanı somutlaştırarak görüneni farklı gösterenlerin bu toplumu iyileştireceklerine inancım hâlâ tamdır. Bizi kendimizle yüzleştiren, sahici dizeleri sahici hayatlarıyla kuran şairlere inancım tamdır. Peki o diğerleri?
Ekmeği suyu kesilince liberalizmden "radikal muhalifliğe" geçen, çürümüşlüğü, kıyımları yeni fark ediyormuş gibi yapan, saf köylü rollerine bürünen, belediyelerin kadrolu festivalcileri, sözüm ona sosyalist, sözüm ona demokrat, sözüm ona büyük şair... Yersen!
Öyleyse demeliyiz ki sen de yüzleş kendinle şair, yüzleş ki bıraktığın veya bırakacağın dizelerine insanlar da inansın. Kendisine kör olanın başkasını görme şansı olur mu? Kendisine sağır olanın sesine kim/ler koşar?..
Yıllardır düzenli ve sürekli mültecileri aşağılayan tuzu kuru şahsiyet(siz)lerin üç-dört dil bilmekle ve iki-üç diplomayla övünenlerin aslında ne kadar duygusuz ve duyarsız olduklarını da gördünüz/okudunuz yazıp çizdiklerinden. Evet, savaşmak nasıl ki bir haksa savaş karşıtı olmak ve savaşmamak da bir haktır. Kimse bağını bahçesini şehrini ülkesini bırakıp bilmediği görmediği yerlere ölmek pahasına yola çıkmaz, sınırları aşmaz, mayınlı arazilerden geçmez, plastik botlarla yolculuk da yapmaz. Her şeyden önce köle olmak için kimse yola çıkmaz, ucuz işçilik yaparak, sabah-akşam aşağılanmayı göze alarak yurdunu terk etmez. İnsanların evlerine ateş salanların, dumanı görünce ciyak ciyak bağırmalarını neye yormalı çok okumuş, çok düşünceli, çarpık çurpuk aydıncıklar! Yazar olmak zor iştir, şair olmak ise ölümden sonrasını beklemektir! Vay haline şair oldum diye ortada dolananın, şiiri, halkların acılarını, ölümleri sermaye yapanın!
İlk faili meçhullerden biri bir kadındı, Silvan'da. Sınır boylarını mezarlığa çevirdiler, devletin girdiği yere mezarlık girer, çıktığı yerden de ot bitmez! Bu yazımı da yine ülkesinden uzakta yaşayan yazar, şair kadınlardan Yıldız Çakar'ın "Derî/Kapı" şiirinin iki dizeleriyle bitirelim...
Ne destê min ji derî dibû û ne jî ji destên te.
Min çend payizên sar germ kir, ji bo her tiliyên te[4]
[1]orta ve büyük çeşme/silvan yöresine ait bir halk ezgisi
[2]Meya Farqîn, Farqîn, Silîva: Silvan
*[3]bir kadın öldürüldüğünde/bir aşk dünyadan eksilir
[4]Elim ne kapıdan ne de ellerinden vazgeçiyor.
Kaç sonbaharlar ısıttım, her parmağın için
(ÇO/AÖ)