Cevap, hepsidir.
Fotoğrafta Türklerin yerine başka bir halk da konulabilir. Beş yıl önce Makedonya adıyla ilgili olarak Yunanlılarla Makedonlar arasında sokak kavgaları olmuştu. Yer uzak bir kent: Sydney.
Dünyaya yayılmışlık ve geldiği ülke ile birlikte yaşamak Türkler’de daha ileridedir. Bunun tersi de doğru. Türkiye’deki Türkler de dünyadaki Türklerle birlikte yaşıyorlar. Bu küresel ortak heyecanın, aynı sembollerde birleşmenin, ülkedeki sınıf mücadelesini etkilemeyeceğini düşünmek için, “küreselleşme”nin ne olduğunu anlamamış olmak gerekir. “Küreselleşme” sadece sömürü ve emperyalizm demek değil, kültürün ve kimliğin de yeniden örgütlenmesidir.
Türkler, Kürtler, İrlandalılar...
Bir ülkeden ötekine göç yeni değil. Tarih boyunca insanlar savaşlar, değişik politik ve ekonomik nedenlerden dolayı –bazen uzak ülkelere kadar uzanan- göçe yöneldiler. Gidenler bir süre sonra ya asimile oldular ya da geri döndüler.
20. yüzyılın sonlarında yaşanan iletişim devrimiyle (cep telefonu, uydu televizyonu, internet) klasik asimilasyon (en fazla göçün üçüncü kuşağında yaşanılan ülkenin halkına benzemek, kültür değerlerini özümsemek, belki sadece taşınan adda farklı olmak) sona erdi.
Asimilasyonun olmazsa olmaz koşulu köken ülkeyle ilişkinin kesilmese bile en aza inmesidir. Uydu yayını yapan televizyonların her göçmenin evine girdiği yerde böyle bir gelişme söz konusu değildir. Eski tek kimliğin yerini böylece çokkimliklilik alır: Türk-Alman gibi ya da Yunan-Alman-Avrupalı gibi...
Küresel ulus; değişik ülkelerde yaşamakla birlikte yıllar önce aynı ülkeden göç etmiş insanların, farklı sorunları olmasına ve bazı durumlarda yaşadıkları ülkenin vatandaşı olmalarına karşın, köken ülke ile yoğun iletişim sonucu ona bağlı olmaları sonucu ortaya çıkar. Bu bağlılık büyük oranda medya aracılığıyla ve simgeler yoluyla gerçekleşir.
Tarihin ilk küresel ulusu, 20. yüzyıl başında değişik ülkelere göç vermiş olan İrlanda’dır.
Türkler görece yeni bir küresel ulus sayılırlar. Ülke dışında hemen her yere yayılmış kaç Türk olduğu bilinmiyor, ama sayı 5 milyondan az değildir. Bunların kaç tanesi Anadolu’dan gelen Kürttür, o da tam olarak bilinemiyor.
Değişik ülkelerdeki Türkleri birbirine bağlamakta araç olarak kullanılan üç sembol var: Bayrak, milli takım, Atatürk. Küresel ulus, ulusal kimliğin, çokkimliliklilikle karışarak küresel çapta kurulması anlamına da gelir. Bugünkü gibi sadece milliyetçiliğe, sağcılığa ait değildir. Dünyanın pek az cuntası 1981-1985 arasındaki mitinglerinde bu kadar çok ülkede birden aynı gün protesto edilmiştir. Benzer bir durum Kürtler için de geçerlidir. Öcalan yakalandığında Avrupa ülkelerinden ABD’ye ve Avustralya’ya kadar protestolar yaşanmıştı. En az Türkler kadar dünyaya dağılmış Kürtler arasındaki bağlantıyı Roj TV kurarken, birleştirici semboller de bayrak ve Öcalan’dır.
Yitirilmiş imparatorluğa hasret...
Bu bağlamda, “40. yılında 1968’i biraz olsun anlayabildik mi?” sorusu gündeme gelir. Batı 68’inin teorik zeminini Adorno, Horkheimer, Marcuse ve Fromm, kısacası Frankfurt Okulu oluşturuyordu. Bu Okul’un “eleştirel teori”si her şeyden önce bir kültür teorisidir ve köklerini nazizmin Alman toplumunda kitleyi yönetmekte gösterdiği başarının incelenmesinden alır. Naziler inanılmazı nasıl başardılar? SBKP’den sonra dünyanın ikinci büyük partisi olan Almanya Komünist Partisi’ni hem sokakta hem sandıkta yenerken, işçileri de belirli oranda nasıl yanlarına çekebildiler? Nazilerin kullandığı söylemin ve yöntemlerin Alman tarih ve kültüründeki kökleri nelerdir?
Medyanın futbol söyleminde de kendi tarih ve kültürümüzün kökleri açık olarak görülüyor: “Üçüncü Viyana kuşatması”, “Dinle Avrupa! Bu gelen Türkün ayak sesleri!” Ve Hırvatistan galibiyetinden sonra 10. Yıl Marşı ile başlayan kutlama partileri...
20. yüzyıl tarihi bir galibiyetin üzerinden yeniden kuruluyor.
Türkler bir imparatorluk kaybettiler ve bunu asla unutmadılar. Toplumsal bilinçaltında bu olgu sürekli olarak var. “Halk kültürü” denilince esas olarak türküleri ve gelenekleri anlayan birisinin bunu anlaması mümkün değil. Bir halk yıllarca ve harcanan onca çabaya karşın çıkarlarına aykırı politikalara nasıl böylesine bağlanır? Yoksulluk, işsizlik, baskı; ne ararsanız var, ama tepki fazla yok. Almanlar gibi daha egitimli bir halk da benzerini yasamış, Frankfurt Okulu da bu soruya cevap bulmaya calışmıştı. Sosyal psikoloji, politik psikoloji, kültür teorisi, kimlik ve sonuçta toplumsal hegemonyanın bileşenleri, bu hegemonya nasıl kurulur ve sürdürülür? Biraz aydınlık için, çıkış için öğrenilmesi gereken büyük konular...
Futbol, küresel ulus, tarih, toplumsal bilinçaltı, kimlik, hegemonya... Bu ilişki karşımızda duruyor ve öğrenilmeyi bekliyor. (EE/EK)