"Öldürmek yasaktır, dolayısıyla tüm katiller cezalandırılır; tabi kitle halinde ve trampet sesleri eşliğinde öldürmedikleri sürece." Voltaire'in, filmin başında epigraf olarak kullanılan bu sözünden daha iyisini bulmak zor, "Öldürme Eylemi" (The Act of Killing) adlı belgeseli özetlemek için. Belki Nietzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt"te yer alan bir cümlesinden de destek alabiliriz: "İnsan, en vahşi hayvandır." Tabii, buradaki vahşetle iktidar arasındaki ilişkiyi görmezlikten gelmemek kaydıyla.
Geçen sonbaharda Toronto Film Festivali'nde gösterildiğinden beri izleyenlerin dilinden düşmeyen, bu hafta Berlinale'deki gösterimiyle Avrupa turuna çıkan, Türkiye'deki meraklıların ise şu günlerde !f İstanbul'da izleyebileceği bu filmi tarif etmek kolay değil.
Seyirci üzerinde bıraktığı etki herhangi bir başka filmin etkisiyle ölçülemeyecek, peşinizi kolay bırakmayacak bir film; görüntüleri perdeden taşıp hayatın içine karışan, geceleri uykumuza giren, yaşanmış gerçekliklerin bazen her tür fanteziden daha sürreel olabileceğini gösteren ender belgesellerden.
Joshua Oppenheimer'ın Christine Cynn ve adı saklı (Anonymous) bir yerli yönetmenle birlikte gerçekleştirdiği "Öldürme Eylemi", Endonezya'da 1965'te Suharto liderliğindeki askeri darbeyle birlikte başlatılan komünist avınına ilişkin hikayeler anlatıyor: Ancak mağdurların değil faillerin, bu katliamları bizzat gerçekleştirilenlerin ağzından dinliyoruz her şeyi. Hayır, bu kıyımı planlayan generallerin ve akıl hocalarının da değil, 'temizlik' işinde kullanılan tetikçilerin ağzından... Sosyalist mücadele tarihinin en trajik yenilgilerinden birini; "ya sosyalizm ya barbarlık" önermesini ne yazık ki ikincisinin lehinde haklı çıkaran bu tarihsel vakayı, kazananların cephesinden izliyoruz.
O yıllarda üye sayısı bakımından Çin ve SSCB'dekilerden sonra dünyanın üçüncü büyük komünist partisi olan Endonezya Komünist Partisi'ne karşı girişilen ve 20. Yüzyıl'ın en acımasız kitle kıyımlarından birine dönüşen bu tarihsel trajediye bir grup celladın gözünden bakıyoruz. Sinema kapılarında karaborsa bilet satan mafyozoların nasıl birer ölüm mangasına dönüştürüldüklerini, kurbanlarını seçerken medyanın tetikçiliğinden nasıl faydalandıklarını, sorgulama ve infaz tekniklerini, bu operasyonun ardından kendilerine nasıl 'vatan kurtarmış' kahraman muamelesi çektiklerini ilk elden tanıklıklarla öğreniyoruz. Daha da ilginci, sinemada şiddet kullanımı üzerine tekrar tekrar düşünmemizi sağlayacak biçimde, izledikleri Amerikan filmlerinden nasıl ilham aldıklarını da keşfediyoruz.
Aradan geçen onyıllar boyunca eylemlerinin hesabını hiçbir zaman vermek durumunda kalmamış bu kibirli katiller, komünistleri (yani rejim muhalifi olduğundan kuşkulanılan hemen herkesi) tavuk boğazlar gibi öldürmelerini detaylı biçimde anlatmakla yetinmiyor, toplam bir milyon gibi yuvarlak bir rakama indirgenen kurbanların geride kalan yakınlarıyla alay edercesine, bu işi nasıl bir yüce gönüllülükle yaptıklarını anlatan grotesk mi grotesk bir film çekiyorlar. Sinemada gerçeğin temsili gibi nazik tartışmaları dahi absürd kılacak, belgesele de gerçeküstü boyutlar katan bu akla ziyan filmin prodüksiyonunu da izliyoruz bir yandan.
Geri kalan vakitlerini ise üstü açık arabalarıyla şehirde tur atarak, seçim kampanyalarında halktan oy isteyerek, zaman zaman Çinli dükkan sahiplerinden haraç toplayarak, kısaca 'emekliliklerinin' keyfini sürerek geçiriyorlar.
Vatan için bin operasyon yapmış, kan kokusundan rahatsız olunca telle boğma yöntemini geliştirmiş bu gönüllü cellatlar sayesinde, Suharto rejimi iki hafta zarfında bir milyona yakın insanı imha etmeyi başaracak, ABD'nin sıkı bir müttefiki olarak 30 yıldan fazla süren ve yolsuzluklarla taçlanan diktatörlüğüne zemin hazırlayacaktı.
Bir ülkeyi kanlı geçmişiyle yüzleşmeye zorlamak bir filmin gücünü aşabilir; ama "Öldürme Eylemi" bunu yapabilecek, hatta bizi insanlık denen kavramla da yüzleştirecek potansiyele sahip. Filmde bu dehşetengiz kıyımın kolonyalist perde arkasına, CIA destekli kitlesel kıyımlar tarihi içinde (hem sergilenen vahşetin boyutu hem de kurbanların sayısı bakımından) özel yere sahip olan bu olayın politik analizine girmemiş olması ilk elde bir zaaf gibi görünebilir. Ama her şeyi bir filmden bekleme hatasına düşmemek gerekir. Ayrıca filmin gücü bambaşka bir yerde yatıyor; kötülüğün sıradanlığını perdede bu denli çıplak gösteren başka bir film bulmak zor.
Belki en yakın örneğini yine Berlin Film Festivali'nde, Forum bölümünde gösterilen hibrid-belgesellerden birinde izledik. Salomé Lamas'ın yönettiği Portekiz yapımı "No Man's Land"de (Terra de ninguém), film boyunca bir sandalyeye oturmuş Angola, Mozambik, El Slavador, Bask bölgesi gibi yerlerde paralı asker olarak işlediği cinayetleri anlatan bir kiralık katilin marifetlerini dinliyoruz.
Sadist eylemlerini kamera önünde anlatmaktan gocunmayan bu adamlar, gözü dönmüş birer canavar değil; çoğu gayet normal bir hayat süren, eşleri ve çocuklarıyla alışverişe çıkan, onlarla aile fotoğrafları çektiren, sohbet edip espri yapan insanlar...
Hannah Arendt, "Kötülüğün Sıradanlığı"nda karakter analizini yaptığı Adolf Eichmann için 'o bir aptal değil' diyordu; sadece aklını kullanma yetisinden yoksundu. Aklını hem de epey etkin biçimde kullanan muktedirlerin, en pis işlerini gördürmek için aradıkları temel meziyet bu olsa gerek: Düşünme yoksunluğu. (NS/HK)
(Okuma notu: Alisa Lebow'un "Öldürme Eylemi" ile ilgili Altyazı dergisine yazdığı eleştiri)