Komşu Yunanistan’ın şirinliklerinden biri, kentlerin stratejik noktalarında mutlaka karşınıza çıkmış olan irili ufaklı büfeler. Bir zamanlar gazi ve engellilerin geçimlerini sağlayabilmeleri için devletin bulduğu ticari çözüm zamanla dejenerasyona uğradığı halde varlıklarını bir şekilde sürdürüyorlar.
Adını, sütunlarla çevrili antik mimari örneği peripteral tapınaktan alan “periptero” (περίπτερο), bir asrı geçen mazisiyle halkın hafızasında mühim yer tutuyor.
Başlarda sadece gazete satılan, zamanla ürün skalası tütün mamulleriyle zenginleşen büfeler jetonlu telefonlarla donatılınca fonksiyonlarında iyice bir genişleme olmuş.
Günümüzde sayıları epeyce azaldıysa da sattıkları o kadar çeşitlendi ki onlara bakkal veya mini süpermarket adını yakıştırsak abes olmaz.
Periptero: Je t’aime moi non plus (Periptero: Ne seninle, ne sensiz) adlı belgeselde aktarılanlar, günümüzün arsız kapitalist düzeniyle mücadelede zorlanan bir toplumun geleneksel alışkanlıklarını bırakmaya niyetli olmadığının ispatı.
Yönetmenliği bir Yunanistan sever olduğu belli Pier Blattner tarafından kotarılmış belgesel, ülkenin son 10 yılda başına gelenlere odaklanırken büfelerin geçirdiği evrimin memleket tarihiyle paralellikler taşıdığını da gözümüze sokuyor. 2022 İsviçre yapımı 42 dakikalık film mevzu hakkında seyirciyi ayrıntılarıyla bilgilendirirken halkın sosyal alışkanlıkları hususunda da tüyolar veriyor.
Kişiliksizliğe itilen toplum
Sayıları günbegün artmakta olan süpermarketlerde çeşitli ürünleri çok daha ucuza alabilecekken, Yunanistan halkı arzuladığı ürüne ihtiyaç duyduğu anda ulaşma lüksünden feragat etmek istemiyormuş gibi görünüyor. Gazete (yabancı gazeteler arasında Hürriyet göze çarpıyor), sigara, çakmak veya otobüs bileti dışında sakız, muhtelif cipsler, çikolata, dondurma, piyango bileti, toto, yoğurt, meşrubat, hatta bira ve akla gelebilecek daha birçok ürün büfelerin içini ve dışını kaplamış vaziyette.
Turistik mahallelerde bilhassa yabancı ziyaretçilerin gayet estetik bulduğu Yunanistan bayrağından ikonalara, kartpostallardan güneş gözlüklerine, taraktan tıraş setine, skala genişledikçe genişliyor. Daracık bir alanda hizmet vermekte olan satıcının ürünleri gayet düzenli ve stratejik yerleştirmesi dışında klostrofobik mekânda uzun saatler geçirmeyi de göze alması gerekiyor. Ne de olsa vardiyalı işletilen büfelerden bazılarının 24 saat boyunca açık kalması mevzubahis!
Eski transistörlü radyoların yerini almış, karanlık mekânın iç cephesine ustalıkla yerleştirilmiş küçücük televizyonların satıcının boş anlardaki can sıkıntısını bertaraf ettiğini de hatırlatmak lazım.
Saldırgan kapitalizm insanları muhtelif kurum ve dayatmalarıyla yalnızlığa ve izolasyona sürükledikçe “periptero” yine de halka kaynaşma ve yakınlaşma imkânı tanımaya devam ediyor; bilhassa mahalle içinde insan ilişkilerindeki rolüne dikkat çeken bazı vatandaşlar bu sosyalleşme biçiminden feragat etmekte zorlanıyor.
Yıllar önce taşradan gelip Atina'da bir büfenin işletmeciliğini yürütmeye karar vermiş bir vatandaşın “periptero”ya bir hayat okulu vasfını yüklediğini de unutmayalım. Sadece adres soranlarla kurulan iletişim bile insana çok şey kazandırabiliyor!
Bürokrasi batağı ve muhbirlik dayatması
Filmde büfelerin bitmez tükenmez bürokratik maceralarına da şahit oluyoruz ne yazık ki. Bilhassa yakın tarihte iktidarı ele geçiren neredeyse her hükümet statülerinde değişikliğe gidiyor, kimin hangi şartlarda büfe sahibi olabileceğine dair kararlar mütemadiyen değişiyor, satılabilecek ürünlere, “periptero”ların boyutlarına, mimari şekillerine müdahaleler bitmiyor.
Memlekette bir zamanlar bilhassa gazilere tanınan haklar dokunulmazlar arasında yer almış olsa da, bazılarının gayrimeşru yollardan kanunları baypas ettiğine şahit oluyoruz. Gazilikle hiç alakası yokmuş gibi görünen bir polisin büyük bir ihtimalle askerî cunta döneminde bir “periptero”ya el koyması verilen örneklerden biri. Ülkeyi Nazilerden ve Faşistlerden kurtaran direnişçilerin gücünü yok etmek üzere Batı güçlerince kurulan düzenin en karanlık 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarında “periptero” işletmecilerinin muhbirliğe zorlanması da manidar. Millî istihbaratın kimin hangi gazateyi satın aldığını bilmek istemesi günümüzde Türkiye’de devam etmekte olan dinamiğin Evrensel gazetesi örneğini akla getiriyor. Telefonun Yunanistan’daki evlerde yaygınlaşmasından önce büfelerin genellikle yan veya arka cephelerindeki jetonlu telefonlarında konuşulanlara kulak misafiri olunması da filmde aktarılan malumattan.
İnadına nostalji mi?
Bir süre önce ülkeyi çalkalayan iktisadi krizden sonra kazançları iyice düşen “periptero” sahipleri ve işletmecileri yine de iyimserliği elden bırakmıyor ve coğrafyadaki yaşama sevincinin kolay kolay bitmeyeceğini ispatlıyor. Sendikal mücadeleye de her halükârda devam edilmesi gerektiği kesin!
Mülteci krizine de parmak basılan belgeselde Suriyeliler’in diğerlerinden farklı olarak çok daha nazik olduğu, başka coğrafyalardan gelen mültecilerin çok daha agresif davranışlar sergileyebildiği anlatılıyor.
David Bowie, Iggy Pop veya Pink Floyd’dan çarpıcı ezgilerle seyirciyi havaya sokmaya çalışan belgesel dağınıklığını yakın zamanda vefat etmiş olan Theodhorakis’in Zorba’sıyla toparlamaya çalışıyor, diyarın kaotik ve aynı zamanda turistik karakterinin adeta aynası olmaktan yine de kendini alamıyor.
Bu arada, kavramsal sanatla iştigal eden Poka Yio kameraya konuşurken “periptero”ları hakkıyla insanlaştırıyor ve onlara balıkçı kimliğini yakıştırıyor: “…Akıntının bereketi taşıdığı noktalarda konuşlanmış, bekliyorlar…”
Politikacılarının çürümüşlüğünden, siyasetteki şeffaflık eksikliğinden (ve sık sık patlayan, Türkiye kaynaklı gereksiz milliyetçi hezeyanlardan) şikâyet edenlerin memleketinde, mahallenin şefkat kaynağı, sarıya boyanmış ahşap “periptero”ları nostaljiyle anmamak ne mümkün! (MT/AS)