"Vakit varken tomurcukları topla. Zaman hala uçup gidiyor ve bugün gülümseyen bu çiçek yarın ölüyor olabilir.."
Çok zaman öncesinde edebi çalışmalardan öğrenmenin keyfine varmıştım. Hikaye ya da roman okurken, tıpkı bir araştırma kitabı okuyormuşçanasına notlar almaya başlamıştım. Bu notlardan edindiklerimi zaman zaman bir araştırma kitabında okuduklarım ile de karşılaştırdığım oldu.
Bu şekilde keyifli edebi kitaplar okuma yolculuğum Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston’u ile başlamıştı; "Gözünle gördüklerine sakın inanma. Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış. O zaman uçmanın anlamını daha da iyi öğreneceksin."
Orada hayata dair daha doğrudan bir çalışma okumak yerine Martı Jonathan Lİvingston’u okumak çok daha doyurucu gelmişti; " Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi… " Beethoven'ın 1824 tarihli 9. Senfoni'sindeki ‘insan sevgisi’ ile yeni maceralarla dolu yeni bir yolculuğa davet ediyordu bu satırlar.
İşte o yolculuğun patikasındaki sesler;
«Bas: Bu sesler değil, daha şen sesler! Neşe, neşe!”.
“Yok hayır, bu değil, aradığım biraz daha başka bir şey”.
“Bu da değil, bu manasız bir şey, biraz daha güzel ve biraz daha iyi bir şey”.
“Hah! İşte bu. Artık bulundu: Neşe!”.
Buna sonradan Stefan Zweig’in ‘Santranç’ ı ile devam etmiştim; " İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür,. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız... Yalnız... "
Bu yolculuğumun son durağında ‘Labirent’i ile Burhan Sönmez var; " İnsan başka insanlara değil önce eşyalara alışmalı, onların arasında bir yer edinmeli. Gerisi, soru sormak, sesleri dinlemek, odaları dolaşmak ve sorulara yanıt beklemektir." Eşyaların dilini çok sonradan, ancak sürgünlük zamanlarımda öğrendim ben. Birgün karşıma Nancy H. Kleinbaum’nun ‘Ölü Ozanlar Derneği’ kitabı çıktı; " Kim ne derse desin , sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir" diyordu.
Öğrenmek eylemektir de aynı zamanda. Mehmet Uzun’un ‘Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık’ romanında aşkın iki kişi arasındaki hikayeden başka bir şey olduğunu öğrenecektim; "Sizin dinledikleriniz aşk değil, aşka dair yalanlardı. Burda sarf edilen sözlerin neredeyse tümü yalan, bunları dinlemelisiniz. Aşk orda , uzaklarda , dağların doruklarında yaşanıyor. buradaki yalanlardan değil, oradaki aşktan söz ediyorum. Sadece aşk değil o çok sevdiğiniz tarih de bugün orda yeniden yazılıyor."
Bizim memlekette, devletin resmi müfredatı dışında öğrenmeye çalışmak, öğrendiklerini eylemek kötü sonuçlar ile bitebiliyor. O kötü sonuçlardan birisi de bir sırt çantan ile doğup, büyüdüğün, hayaller kurduğun, hayallerin için isyana durduğun sokaklardan sessizce çekip 'Gitmek' de var.
Kardeşlerim ve annemin konukluğunda, çocukluğumda gaz lambası ışığında ‘Deniz Altında 20.00 Fersah’, ‘ Gülüver’in Seyahatlari’, ‘Define Adası’ gibi kitaplar ile başlayan serüven sonrasında insanlığa dair sorular, yaşananlara dair sorgulamalar, içine doğduğun topluma ve yaşanmışlıklara dair öğrenme arayışları ‘gitmek güzeldir’ den ‘zorunlu’ gitmelere dönünce hikayem de kırılmaya başladı.
İşte bu gitmelerimde kendimi Fransa’nın Bearn bölgesi yeni ebeveynlerim Babet ve Gerard’ların çiftliğinde bulduğumda asırlık kitaplar, koltuklar, duvar resimleri, köstekli saatler, el yapımı ahşap çerçeveler içinde siyah beyaz silüetler içinde bulduğumda eşyalar ile konuşmaya başladım ben. Gayrıihtiyari o eşyaları toplamaya başladım, topladıkça kulaklarıma sesler çoğaldı. Ve hepsini bir arada toplama fikrim ile çatı katında ilk ‘kişiye özel’ müzemi de açmış oldum.
"Saat çalıyor."
Korkunç eşitsiz yaşadığımız bu dünyada galiba saat hepimize aynı anda, aynı şekilde çalıyor. Kirletmekte, çürütmekte bir avuç dünya zengininin en başta koştuğu maratonda son on yılda, nesli tükenen balıklar, kuşlar, arılar, yanan-yakılan ormanlar, nehirler, bir dokun tuşu ile Guernika’ya dönen Nusaybin, Mariupol, Gazze...
Son on yılda, Akdeniz’in derinliklerinde göçemeyen 25 bin insan cesedi...
" Hayat, sözü idrak etmektir."
Bataryalarda fırlatılan füzeler, mermiler, bombalar, iki dudak arasında kin, nefret ve öfke saçan kelimeler, hayat hiç bu kadar kirletilmemişti. Bütün insanlık tarihinde söz bu kadar anlam yitimine uğramamıştı. Bencillik, ben, ben, ben...
"Sesler yalnızca geçmişin değil geleceğin de kokusunu taşır."
Sesler koptu gitti, şimdi bir uğultu, gürültü var. Kentler; kuş, kedi, köpek, inek, eşek, at ve çocukların sesleri ile değil, ‘gelecek ne kadar sürecek?’ kaygılar ile kötü bir uğultu ile dolu şimdi. Bağıran, çağıran insan kalabalıkları. Susan yok, dinleyen yok, gerçekten kim dinliyor şimdi seslerden geleceğin kokusunu?
" Geçmiş ile gelecek ne zaman gerçek hayatı hissetmenin önünde engel olur. Anın değerini bil, gerisi senin değildir, senin olmayanla ömrünü heba etme."
Bir bedenin sınırlarında güne uyandığımız zamanlardayız. Modern hayatın koşuşturması; her daim yanıbaşımızda kıymetli stres ve kişisel hezeyanlarımız; beni ne kadar seviyor, beni seviyor, hayır beni sevmiyor. Yüksek kulelerde iş hayatı, rekabet, daha çok kazanmak, daha çok tüketmek, tüketerek çoğalmak, büyümek. Bir maratona dönen hayat içinde sağlıklı iletişim yoksunluğu nedeniyle kendinisini her gün bir cenderenin içinde gibi hisseden insanlık. Her gün yürüdüğünüz yolda var olan bir ağacı daha önce hiç görmediğinizi fark ettiğiniz oldu mu? Ya da günün her güneşinde şu duvara bedenini seren kedinin huzurunu göreniniz?
"Savaş yalanlarla başlar, yalanlarla sürer, gerçeklerle biter. Ve daima birileri geride kalır. Komşular. Sevgililer. Kardeşler."
20 Temmuz’du; 33 can, 33 insan güzeli yürek, okuduklarını eylemek isteyen 33 yoldaş.
Suruç'ta yitirdik;
*İsmim Polen Ünlü. 20 yaşında bir Türk genciyim. Sosyalist bir kadınım. Anti militarist değilim. İşçi sınıfı ve ezilenlerin haklı mücadelesini tüm yüreğimle desteklemekteyim. Kardeşlerimin, sevdiklerimin, devletin uygulamakta olduğu kirli savaşın bir parçası olmasını istemiyorum. Bu savaş sadece erkekleri değil kadınları da katletmektedir. Bu sebeple vicdani reddimi açıklıyorum.
Suruç’ta yitirdik;
*Ben Alper Sapan. 19 yaşında bir anarşistim. Devletin adaletsizliğine, sömürüye ve zulme karşıyım. İnsanın insan öldürmesini, şiddeti ve devleti reddediyorum. Kimse için ölmeyecek, öldürmeyecek, kimsenin askeri olmayacağım. Savaşsız, ulussuz, sınırsız bir dünya için, özgürlük için vicdanımı dinliyor ve askerliği reddediyorum. Militarizm yaşamlarımızı yok etmeden, biz militarizmi yok edelim.
"Gecenin kendi kokusu var. Deniz yosunları asfalta bulanıyor. Kurumuş dallar inşaat tozlarına karışıyor. Duvarların rutubeti kenar mahallelere akıyor. Gecenin kokusu tütsülenmiş bir rüzgarla hafif hafif yayılarak, bodrumlardan tavan aralarına, bahçelerden köprü altlarına bütün İstanbul'u sarıyor.
Önceleri, gençlik zamanlarında insan geleceği hayal eder, ütopyalar kurar. Umutlu olur. Gelecek uzundur ve orada her şey mümkündür. Ömrün sonlarına doğru ise mümkünler denenip tüketilir. Ütopyaya yer kalmaz. İnsan artık elindekiyle, yani koskoca bir geçmişle oyalanır. Orada ütopyanın yerini nostalji alır. ”
Sözcüklerin anlamını bilmeyenler ile birlikte durmayın, sözcüklerde özgürlük patikası yapanlar ile yoldaş olun, çoğaltın sözcükleri.
(*) Burhan Sönmez’in ‘Labirent’ kitabından bir söz.
(EJA/HA)