Her çektiği filmle dünyanın takdirini kazanan, Cannes'dan ve başka birçok festivalden ödüllerle dönen ülke sinemasının medar-ı iftiharı Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu'yla en büyük ödüle; Altın Palmiye'ye de kavuştu en sonunda. Ödül günü yaşadığımız heyecan, arkasından gelen gurur ve sevinç, sonrasında yapılan filmin süresine, kendi ülkesinde izlenip izlenmeyeceğine dair merak ve tartışmalar derken vizyon günü gelip çattı. Çarşamba günü heyecanla yataklarımızdan kalkıp bir hayli erken saatte yollara düşüp basın gösteriminde şanslı bir insan kalabalığıyla birlikte izledik filmi. Bugünden itibaren de 38 şehir ve 150 sinemada seyirciyle buluşacak Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusu.
Filmin herkesin bildiği hikayesini "aman ağzınızdan bir şey kaçırmayın" uyarılarını da dikkate alarak kısaca anlatalım: Uzun yıllar tiyatro oyunculuğu yapmış Aydın Bey İstanbul'u terk etmiş Kapadokya'da babasından kalan oteli işletmekte, otel ve beraberindeki mal mülkle ilgilenmektedir. Ama kira toplamak, evlerin, kiracıların durumuyla ilgilenmek işine gelmediği ve hoşuna da gitmediği için yardımcısı Hidayet'e (Ayberk Pekcan) teslim ettiği bu sıkıcı şeyleri bir kenara koyar ve yerel bir gazetede yazdığı köşe yazılarına ve tiyatro tarihiyle ilgili kitabına odaklanır. Kapadokya’daki bu izole hayatına eşlik eden kendinden bir hayli genç karısı Nihal (Melisa Sözen) ve eşinden boşanıp kendini toparlamaya çalışan kardeşi Necla (Demet Akbağ) yanındadır. Bu bir arada ama aslında yapayalnız yaşayan üç insan kış bastırıp da otelin içine hapsolunca aralarındaki ilişkinin geçmişini ve bugününü görmeye, bunu onlarla birlikte sorgulamaya başlarız biz de. Film boyunca kahramanlarımızın arasına kirasını ödemekte zorluk yaşayan bir aile, o ailenin hapis yatmış arızalı babası İsmail (Nejat İşler), İsmail'in din adamı kardeşi Hamdi (Serhat Mustafa Kılıç), Aydın Bey'in çiftlik sahibi arkadaşı Suavi (Tamer Levent) ve köyün öğretmeni Levent (Nadir Sarıbacak) katılır. Aydın Bey ve ailesinin birbirleriyle olan çatışmaları ve hesaplaşmalarına çevreleriyle yaşadıkları eklenir ve kış sürer.
Sıradan olmadıklarını düşünen ve belki de tam bu yüzden bu izole hayatı seçmiş üç kent soylu yetişkin insanın kendilerine benzemeyen bu sıradan insanlar ve zorlu doğa koşullarıyla mücadelesi şekillenirken aslında kendilerine ve birbirlerine de uzak ve yabancı olduklarını, geçmişleriyle birlikte o otele taşıdıkları kırgınlıklar ve kızgınlıklarla nasıl bilendiklerini öğreniriz Nuri Bilge Ceylan hikayesini oya gibi işlerken. Aydın Bey gerek köşe yazıları gerekse ailesiyle yaptığı konuşmalarda eleştirdiği cahillik, köylülük, erdemli, vicdanlı olmak-olamamak gibi şeylerden bahsederken bir yandan da kendisine, ailesine, mensup olduğu sınıfa (genel anlamda burjuvaziye ve aydınlara) ayna tutmaktadır. Ve aslında üç kişinin hikayesi olan bu hikaye bütün bir ülkenin halinden hatta insanın var oluşuyla ilgili evrensel değerlerden, sorunlardan bahseder. Tüm bu konuşmalar bir hayli politiktir bir yanıyla ama bunu öyle güzel çıkartır ki yönetmen oyuncuların ağzından ne kör göze parmak olur bunlar ne de ağdalanıp duygularımızı sömürür. Hatta şaşırtıcı biçimde filme bu uzun diyaloglar yön verir ve yine şaşırtıcı biçimde duyanı-dinleyeni epey yaralayacak olan bu sözler seyirciyi gülümsetir, birkaç yerde kahkaha bile attırır. Nasıl geçtiğini anlamadığımız bu üç saatin sonuna yaklaşırken merakla bekleriz Aydın Bey ve ailesi bu kışı atlatırken nereye savrulacak, bu kavga gürültü ve tekinsizlik nerede bitecek diye.
Filmle ilgili olarak teknik anlamda ne desem boş gelecek, ne desem yetmeyecek gibi hissediyorum. Mekan kullanımı, atmosfer yaratmak, seyirciyi oyuncularla birlikte o kışa, o otele hapsetmek ve bunu muhteşem bir şekilde kotarmak çok takdire şayan elbet. Görüntü yönetmenliğinin güzel manzaraların fotoğrafını çekmek olmadığını okullarda öğretmek istesek Kış Uykusu'ndan ve Gökhan Tiryaki'den yardım isteyebiliriz misal. Fragmanda da görünen Aydın Bey'in taşların, duvarların arkasına saklanıp otelin içine baktığı sahnelerde o taşlara, duvarlara dönüşmesini unutamayacağım kendi adıma.
Müziksiz film olmaz bence. Ama bangır bangır bağıran notaların da filmlere bir şey kattığını düşünmüyorum. Kış Uykusu'nda ise durup durup çalarken içime işleyen notalar buldum. Yumuşacık ama içime işleyen.
Senaryo elbet filmin temel direği ama çok ilginç bir hikayeyi perdede faciaya dönüştürmek mümkün ve çok olasıyken basit bir şeyi bir şahesere dönüştürmek zor ve nadir ve Nuri Bilge de tam bunu yapmış Kış Uykusu ile. Karakterlerini ete kemiğe büründürmek, izlerken onlar olmamızı sağlamak nasıl da çekiveriyor bizi filme. Başka bir filmde uzun, sıkıcı, gerçeklikten uzak, teatral bulabileceğimiz konuşmalar ilgimizi hiç yitirmeden dinlediğimiz bir şeye dönüşüyor. Hem zaten Aydın Bey bir tiyatro oyuncusu ve kendi gerçeğini de tiyatro sahnesinde bir performans gibi yaşıyor. Film Çehov'dan, Shakespeare'den esintilerle, kimi zaman bire bir alıntılarla dolu. Onların romanlarından, oyunlarından birer karakter gibi konuşuyor herkes. Ancak bu hiç sakil durmamış tam tersine filmin evrenselliğine katkı sağlamış çünkü karşımızda okuduğunu anlamış ve hayatla yüzlerce yıllık edebiyatın nasıl iç içe geçtiğini gayet iyi özümsemiş sinema insanları var. Tüm bu alıntılar film süslü dursun diye değil Oscar Wilde'ın "sanat hayatı değil, hayat sanatı taklit eder" sözünü kanıtlasın diye orada sanki.
Devam edip yazsam birkaç sayfa daha yazarım gibi. Ama ne yerim yetecek ne de zamanım. Ezcümle diyorum ki Kış Uykusu aldığı ödülü sonuna kadar haketmiş, ne uzun gelecek size, ne saatinize baktıracak izlerken. Ne oyunculuklarda falso var ne senaryoda. Bazı yerlerde tempoyu kaybetmiş, film sarkmış gibi hissedince attığınız kahkahayla kendinize gelecek ve devam edeceksiniz izlemeye. Başta Haluk Bilginer olmak üzere tüm performanslara ama illa ki Serhat Mustafa Kılıç ve Nadir Sarıbacak'a dikkat. Ülke gündemini, Dünya Kupa'sını falan bir kenara koyup tez elden izlemeli kısacası Kış Uykusu'nu. Çünkü madem Dünya Kupası dedik; futboldan örnek verelim: Film aynı "Ender gelişen Osasuna atakları" gibi güzel, eşsiz ve keyifli. İyi seyirler. (GÖ/HK)