Bundan 45 yıl önce, Beyaz Saray’a tam karşıdan bakan Lincoln Anıtı’nın önünde 34 yaşında teoloji doktoralı siyah bir Baptist din insanı, “I have a dream” (Bir hayalim var) diyordu. Adı Martin Luther King Jr.’dı.
Dünyanın en zengin ülkesi Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) herkes ama herkes için barış, adalet ve eşitlik istiyordu.
Pasif direniş ve barışçıl protestolarla yürüyordu. Her türlü şiddete karşıydı. Biz onu dünyanın en ırkçı ülkesinde “ırkçılıkla mücadele eden insan” olarak tanıdık.
Oysa o öncelikle bir “insan hakları” savunucusuydu.
O her türlü ayırımcılığa karşı duruyordu ve kadın-erkek yan yana yürüyordu.
Dünyanın en zengin ülkesinde yoksulluğa ve açlığa karşı mücadele ediyordu. O sadece siyahların değil, beyazların, Asyalıların, Güney Amerikalıların ve yerlilerin de haklarını savunuyordu.
Gösterilerde bile öfke ve kin dolu siyahlarla aynı safta durmayı da reddediyordu. Ama “beyaz dünya” onu “anti-ırkçı siyahi lider” olarak tanıdı.
Irkçılığı besleyenler bile televizyon başındaydılar
Soğuk savaşın tırmanış yıllarında meydanları dolduran, içi çürümüş politikalardan bıkan halkı heyecanlandıran ve ABD'yi yeni buluşlarla çağ atlamaya yönelten bir Başkan geçiyordu hızla tarih sahnesinden.
Ve puslu bir suikasta kurban gidiyordu, Martin Luther King gibi Başkan John F. Kennedy’nin yaşamı yetmiyordu verdiği sözleri tutmaya.
Ama bu ülke, bu toplum önün ürettiği toplumsal pozitif enerjiyi 40 yıl sonra dahi gözleri ışıldayarak anmaya devam ediyordu.
Aradan geçen zamanda ABD’de çok şey değişmişti. Kafalarının, yüreklerinin bir köşesinde ırkçılığı hala besleyenler bile Cuma akşamı televizyonlarının başındaydılar.
ABD’nin bazı kentlerinde, kasabalarında meydanlara kurulan büyük ekranların önünde toplanmışlardı.
Barlarda müzik kutuları kapatılmış, TV’lerin sesi açılmıştı.
Herkes yeni Demokrat Parti Başkan Adayı Barack Obama’yı dinliyordu.
Dinleyiciler beyaz, siyah, Asyalı, Arap, Güney Amerikalı, yerli ve Eskimo'ydular, kısaca Amerikalıydılar.
Adının garipliğine veya derisinin koyu rengine karşın aday olduğu için değildi bu ilgi.
Zaten ne adı, ne de dış görünüşü önceki başkanlara hiç benzemiyordu.
Üstelik eski adayların ve başkanların aksine, düşüncelerini ifade etmek için arada çoğunluğun anlamını dahi bilmediği kelimeler kullanmaktan çekinmeyen bu kişinin kolayca tanımlanamayan bir karizması, bir büyüsü vardı.
Ve şimdiye kadar duymadıkları bir retorikle özgün ve içten bir söylemle karşılaştıkları için dinliyorlardı.
Bir kez bile “ırk” ya da “siyah” kelimesini kullanmadan 44 dakika konuştu. 18 Mart’ta “ABD'de ırk ayırımı ve bunun sonlandırılması” merkezli konuşmasından bir kelime bile tekrar etmeyerek tüm beklentileri boşa çıkarıyordu.
Aslında söylemediği sözlerle daha da güçleniyordu beyaz çoğunluğun siyah adayı Obama ve mesajı. “Irkçılığa son”du. Ve bunun en iyi sözle değil, sergilenen duruş ile, verilen oy ile, atılan adım ile gerçeğe dönüştürülebileceğinin örneğini sunuyordu adeta.
ABD’de ırkçılığa son verecek adımı, beyaz çoğunluğa kendini seçtirerek atacaktı belki de.
Başkan Bush’u ve Cumhuriyetçi Parti Adayı John McCain’i yerden yere vururken bir ara “Sekiz yıl yeter” diyordu.
Denver’daki 84.000 kişilik Invesco Stadı’nı tıklım tıklım dolduran kalabalık “Sekiz yıl yeter!”, “Sekiz yıl yeter!”, “Sekiz yıl yeter!” diye kaptırıyordu.
Obama, iki elini havaya kaldırarak sözüne devam etmek için izin istiyordu coşkulu kalabalıktan.
İnsanlar bıkmıştı, dolmuştu, taşıyordu adeta.
Yakın ABD tarihinde eşine rastlanmamış bir tabloydu bu. Kennedy’den bu yana kimse stadyumda konuşma cesaretini göstermemiş, o desteği bulmamıştı.
Ve yine Kennedy’de bu yana senatodan kimse seçilememişti Beyaz Saray’a.
McCain’in, senatoda Başkan Bush’un kararlarını oyuyla yüzde 90 desteklediğini anımsatan Obama, “Haftaya Bush’la Cheney, sizden üçüncü dönem için McCain’e oy vermenizi isteyecekler” diyordu ve stadyum yanıt veriyordu; “Yeter!”, “Yeter!”, “Yeter!”.
Dünya kuşku ile izliyordu
60 yaş üzeri kesime sordularsa Obama ne King’de, ne de Kennedy’di ve fazlası vardı eksiği yoktu. Bir umutla bakıyorlardı Obama'ya.
Amerikan Demokrat Partisi, dünyada beyaz çoğunluğun, siyah azınlıktan aday gösterildiği ilk ve tek büyük partiydi.
Ve ABD dünyada kendisine siyah başkan seçen ilk demokratik beyaz çoğunluk ülkesi olma yolundaydı. İşte bu değişimdi. Barack Obama, kendisini ve kampanyasını politikacılar ve ırklar üzeri bir pozisyonda konuşlandırıyordu.
Bu da Amerikan tarihinde bir ilkti. Irk ayırımını ortadan kaldırmak, demokratik sistemde ırkın rolünü ortadan kaldırmakla başlamayacak mıydı?
Dünya ise kuşkuyla izliyordu köle günahlı ABD’nin değişim sürecini.
Haksız da değildi ama gözden kaçan bazı önemli veriler de vardı ortada.
ABD’de siyahlar nüfusun yüzde 12.5’unu, beyazlar yüzde 67.6’sını, Güney Amerikalılar ve diğerleri yüzde 20’sini oluşturuyordu.
Aslına bakılırsa ABD’de Güney Amerikalılar siyahlardan daha fazla bir paya sahipti. Onları siyahlardan ayıran en büyük fark, bu ülkeye bilerek ve isteyerek yani göçmen olarak gelmiş olmalarıydı.
Bir bölümü de ABD’nin 1848’de Meksika’nın yüzde 55’ini işgaliyle “zoraki evlatlık” vatandaşlardı.
Evet, siyahların yüzde 24.5’u, beyazların yüzde 8.2’si ve Güney Amerikalılar ve diğerlerinin yüzde 19.6’ssının yoksulluk sınırı altında yaşadığı da gerçekti.
Aynı sırayla bu yüzdelerin karşılığı rakamlar ise 8.8 milyon, 15.9 milyon ve 11.2 milyon kişi şeklindeydi.
Eğitim, gelir dağılımı işsizlik gibi konularda da istatistikler siyahların ve diğer azınlıkların geri bırakılmışlığını onaylıyordu.
1960’lardan bu yana iyileşme yönünde değişmeyi sürdüren azınlıkların sosyal ve ekonomik haklarında bugün varılan nokta “adil ve eşit” olmaktan uzaktı.
Asıl utanç verici olan ABD gibi varsıl bir ülkede nüfusun yüzde 12.5’unu oluşturan 35.9 milyon insanın yoksulluk sınırı altında ezilmesiydi.
Ve Obama bu dengeleri değiştirme sözüyle geliyordu.
Dünya politikaları pek fazla değişmeyecekti
Öte yandan ABD’de başkanlığa kim seçilirse seçilsin, on yıllardır kemikleşmiş Türkiye, Ortadoğu ve dünya politikaları pek fazla değişmeyecekti.
Fazlasını beklemek saflık olurdu. Obama seçilirse Bush yönetiminin başına buyruk, kabadayı politikaları bir kenara atılacak, ABD’nin çıkarlarını daha akılcı, daha ekonomik ve daha sevimli bir çehreyle savunan politikalar üretilecekti.
Dış politikanın değişmezi, her ülkenin dış politikasında olduğu gibi, kendi çıkarlarını maksimum düzeyde kollamak ve korumak olacaktı.
Obama ise dünya liderliğini, pozitif bir yüklemle; her alanda üstün gelişme ve buluşlarla örnek olarak kazanmaktan söz ediyordu.
ABD’nin, iç politikasında ise değişebilecek çok şey vardı. Amerikan Rüyası’nı “Amerikanın Vatandaşına Sözü” olarak niteleyen Obama Cuma gecesi 200 milyonu aşkın seçmene acı gerçekleri açık açık söylüyordu.
“Ülkemiz savaşta, ekonomimiz kargaşada ve 'Amerikan sözü'müz tehlikededir. Bu durum, yanlışları göz ardı eden bozuk Washington politikasının ve başarısız Bush politikalarının sonucudur. ABD bundan daha iyidir. Bu akşam Demokrat, Cumhuriyetçi, Bağımsız tüm ABD'lilere sesleniyorum. Bu an, bu seçim 'Amerikan sözü'nü 21. yüzyılda da canlı tutmak için elimize geçen bir şanstır” diyordu.
MSNBC, ABC, CNN’deki gazetecilerin birleştiği görüş, bunun tarihi bir an ve tarihi bir konuşma olduğuydu.
Obama’nın gücünün, güvenilirliğinin, mertliğinin ve dürüstlüğünün boyutlarını belirleyecek tek şey zamandı artık.(CY/EZÖ)