Bireysel ve/ya toplumsal olaylar olağan, göreli dengede akıp giden hayatımızda kimi kırılmalar yaratır. Deyim yerindeyse varlığımızı çözündürür. Kaidemiz, düzlemimiz sarsılır ya da hepten ayağımızın altından kayıp gider. Bunun, hiç kuşkusuz travmatik etkileri olur. Sarsıntı(lar) şiddeti ölçüsünde de iz, hasar bırakır. Bu izlerin istikametini ise sorduğumuz sorular tayin eder. İşte o sorular da bizim kim olduğumuzu belirler.
Sahi, kimiz? Kim olduğumuzu soran soru, varlığımızı ya da var olduğumuzu var sayar; var olan şey(imiz)in de, bir “kim-lik”e sahip olduğunu önerir. Peki bu sahiplik neyi imler? Nasıl oluşur?
Biriyle karşılaştığımızda “Kimsin/iz?” diye sorarız ve ardından kendimizi takdim ederiz. İşe sıklıkla ismimizden başlar, mesleğimizi, memleketimizi, bağlamına göre uyruğumuzu, varsa dinimizi, seksüel yönelimimizi, tuttuğumuz takımı ve sonsuza değin götürülebilecek başka pek çok şeyi de ardı ardına sıralarız. Bunların toplamı olarak beliren amorf fenomene de kimlik deriz. Oysa bunlar, ontolojinin diliyle söylendikte töz değil birer ilinektir. Yani kişiyi kişi yapan, ona özgü olan özellik değildir. Kimlik bunlar değilse, gerçekte nedir?
Felsefi İletişim açısından kim/lik kavramını ele alıyoruz. Amacımız ise kavramlara açıklık getirerek içinde yaşadığımız anlam evrenimizi birbiriyle konuşturmak, adına mutluluk dediğimiz bir Hayat üretmek: anlam sağlığımızı iyileştirmek. Anlamanın, anlamlandırmanın eşlik ettiği bir mutlu yaşam örmek.
Kim olduğumuzu gösteren şey kimliğimiz ise, kimlik nedir? Peki, kimliğimize rengini veren şey nedir?
“Sonsuzluk her yerdedir.” Her varlığın sonsuz boyutu vardır; o nedenle varlıkların anlam dünyamızdaki biçimleri olan kavramların da sonsuz yüzleri, bu yüzleri dolayımıyla da anlamları. Bu yüzden herhangi bir şey tüketici biçimde kavranamaz. Sokrates’in “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.” ile “Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.” sözü tam da bunu imler. İoanna Kuçuradi’nin “Bilinebilir olanların alanı bilinenlerden geniştir.” önermesi de aynı olguyu anlamaya yönelir. Kimlik de her varlık gibi, her fenomen gibi oradadır; bir öznece anlam dünyamıza tercüme edilmek için bütün sonsuzluğuyla belirir. Anlama, anlamı konu edinen bir özneyle birlikte var olur. O halde anlama, bilenle bilinenin birlikte var olma meselesidir.
Kim olduğumuzu merak ederiz. Biri(leri)yle karşılaştığımızda da karşılaştığımız kişinin/kişilerin kim olduğunu. Çünkü kimlik, nasıl ilişkileneceğimize dair ipuçları verir. İpuçları merak duygumuzu besler ve bilinmezlik evreninin sisini dağıtır; özne, biçim kazanarak belirir, bizim için anlamlı hale gelir. (Umuyoruz ki) Her gün kendimizle de karşılaşırız. Her olay, yaşantılanan her şey aynı zamanda kişinin kendiyle de yaşadığı karşılaşmalardır. Başkalarına “Kimsiniz?” derken, onları merak ederken, her gün defalarca karşılaştığımız kendimize “Kimim?” diye pek ender sorarız. Bu da “İnsanın en büyük hapishanesi kendisidir.” sözünü doğrular. “Kimim?” sorusundan ziyade “Kimsin(iz)?”i sormamız, kendimizden çok “öteki”ne dair hem merakımızın -ki bu merak, sıklıkla endişeye içkindir- hem de önyargılarımızın -daha uygun bir deyişle, sonyargımızın- işareti olarak okunabilir. Bu nedenle kendimizden çok ötekinedir ilgimiz.
Kimim, kimsin, kim, kimiz, kimsiniz, kimler… soruları, doğaları gereği öylece askıda bırakılası sorular değildir çünkü Anlam evrenimiz, eşdeyişle Hayat/ımız, bu sorulara verilen yanıtlarla örülür. Yanıtlarsa kültüre egemen olan, geniş anlamıyla politikaların altlığı ya da referansı kılınarak toplumsallık canlanır, Hayat bulur, sokağa çıkar.
Yanıtlarla sorular ya da sorularla yanıtlar birlikte vardırlar, deyim yerindeyse birbirini var ederler. Bize kim olduğumuzun -hala varsa öyle bir varlık ya da kimlik- kapısını, sorularımız ile sorularımıza verdiğimiz yanıtlarımız, yanıtlarımızın ürettiği yeni sorularımız aralayabilir. O nedenle sorunun özgürleştiriciliğe de içkin iktidarı, Hakikatten kaçanların ensesinde Demokles’in Kılıcı gibi her daim sallanır. Soru güneşse verilen yanıtlar olsa olsa balçık olabilir; bu da Türkçemizdeki eşsiz sözlerden birinde şöyle dile gelir: Güneş, balçıkla sıvanmaz. Hayat aktığı sürece sorulara yeni yanıtlar vermek de kaçınılmazdır.
Kimsin ile kimsiniz soruları arasındaki sınıfsallık da bir olgu. Daha çok ötekileştirme ve türevi politikalar, başka pek çok şeyde olduğu gibi dilde yüzer. İçe dönük bir arayışı imleyen “Kimim?”, hayata, evrene dair başka kapıların açılmasına olanak sağlarken “Kimsin/iz?” hiç şüphe yok ki ötekileştiricilik adı verilen “bakış”ı, “tutumlanış”ı yaratır. Kişinin bilinci bir başka öznenin denkleme girmesiyle varlık kazanır. Yani “öteki” olmadan “ben”den söz edilemez.
Kimlik, bağlamına göre sürekli renk değiştiren de bir olgu. Kim olduğumuz, kendi mahallemizin dışına çıktığımızda Memleket ile de karşılanır ya da belirlenir. Sahi bir yerli olmak nedir? “Coğrafya kaderdir.” “İnsanın yurdu çocukluğudur.” gibi şiirsel ifadeleri sıkça anarız.
Şimdi, felsefi iletişim açısından kimlik kavramına bakalım. Kim olduğumuza hangi duygularımız eşlik ediyor; bir diğer deyişle kimlik kavramının duygusal izdüşümleri nelerdir? Bu duyguların ilk elden öznesi biz miyiz, atalarımız mı, atalarımız ise atalarımızdan hangileri? İkinci olarak, kimlik kavramını nasıl yaşantılıyoruz; bunu biyolojik ve etik-politik bir varlık olarak nasıl deneyimliyoruz? Üçüncüsü, kimliğe dair inançlarımız nedir? Nasıl edinildiğine, nasıl oluştuğuna, nasıl biçimlendiğine inanıyoruz? Şimdi, her şey maziye içkin olduğuna göre, söz konusu kavrama dair kavrayışımızı hangi bilgiler belirliyor?
Her kavram, bağlamımız özelindeyse kimlik; duygu, yaşantılama, inanç ve bilgi bakımından dört ayak üzerinde yükselen ve onların taşıdığı bir kubbe ile metaforlaştırdığımız yapıya sahip. Kimliğe yüklenen anlamın ya da kimlik kavramının anlam dünyamızdaki temsilinin bu dörtlünün bir araya gelerek oluşturduğu, olgusal düzlemde birbirinden ayrılamayan, bütünlüğünde yaşanan bir olgu olduğunu söyleyelim.
Kimlik, bir bakıma bizi biz kılan özelliklerimizin toplamı, diğer yandan bizi aşan da bir olgu. Bizim, dünyada ve toplumda yer alma biçimimiz. Peki bunu nasıl yaşıyoruz? Milan Kundera’nın “İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası sizin kimliğinizdir” sözü, konunun bireysel momentinin ötesini imler. Kimlik, hapishane olduğu kadar o hapishanenin duvarlarını yıkacak kaldıraçtır da aynı zamanda. (MVB/AS)