“8 Kadın 8 Hayat projesi için, 8 ünlü kadın Mehmet Turgut'un objektifine poz verdi. Şiddet gören kadınların işlendiği, "O ben olabilirdim" isimli projede sanatçılar, özel makyajla tanınmaz hale geldi. Duygusal anların yaşandığı fotoğraf çekiminde, Bergüzar Korel, Ağrı'da bağlandığı tuvalette 3 ay yaşam mücadelesi veren Melek Karaaslan'ı canlandırırken gözyaşlarına boğuldu.”
Bu, son birkaç gündür televizyon, gazete ve sosyal medyada haber niteliğinde ama reklam sıklığında gördüğümüz 8 Kadın 8 Hayat projesinin tanıtım yazısı.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın himayesinde Kültür Toplum ve Aile Derneği’nin (KÜLT) destek verdiği proje kapsamında ünlüler, toplumsal duyarlılığı yükseltme çabasıyla isimlerini duyururken ne yazık ki tam bir hedef şaşmasına uğrayıp içi boş ve hatta zihin geriletici bir medya gösterisinin parçası oluyorlar.
Aslında, kendileri de muhtemelen farkında değiller ama Bergüzar Korel’in gözyaşlarına boğulması, tam da bu projenin yanlış kurgulanmasından kaynaklanıyor.
Çünkü içten içe hepimiz, gerçek anlamda o kadınların yerinde olabileceğimizi biliyoruz ve kadın olarak bu ülkede kendimizi güvende hissetmiyoruz.
Projede Verilen Mesaj
En baştan söylemek lazım; “O ben olabilirdim” tanıtımlarının kadınlara verdiği mesaj, açık ve net: O öldürülen kadın sen de olabilirdin.
Mesajın devamını zihnimiz tamamlıyor: Mademki sen değilsin, kendini şanslı say ve yaşamının kıymetini bil. Başka bir şey yapmana gerek yok. Küçük mağduriyetlerin ve taleplerin için çok ses çıkarma. Bak, bu ülkede diğer kadınların başına daha neler geliyor!
Proje kapsamında ne yazık ki farkında olmadan kadına verilen bir mesaj daha var: Başına şiddetle ilgili bir durum gelirse, yalnızsın.
Hikayeleştirmelerde bu kadınların alabildiği desteğe dair en ufak bir veri yok ama hikayeleri önceden biliyorsanız şikayet girişimlerinin sonuçsuz kaldığını “hatırlıyorsunuzdur”.
“Sevginin yerini şiddet almasın” gibi kendi başına hiçbir anlam içermeyen cümleyi saymazsak bu kampanya kime ne söylüyor?
Gören gözlere gayet açık ki, esas erkek şiddetini hedef alması gerekirken, kadınlara yönelip öldürülmediğin için minnet duy dışında başka bir şey demiyor. Ayrıca, video süresince şiddetin uygulayıcılarına ilişkin herhangi bir cezadan veya yaptırımdan bahseden de yok.
Kadın cinayetlerinin son yedi senede yüzde 1400 oranında arttığını da göz önüne alırsak, bir kadın olarak, bu ülkede bana veya diğer kadınlara yapılanlar için gözyaşlarına boğulmamam mümkün mü?
Niye atomu parçalamak kadar zor? Niye, bir kadın kendisine uygulanan ya da uygulanabilecek şiddetten şikâyetçi olduğunda kendi ayakları üzerinde yeniden durana kadar, yasalar, kamu kurumları ve sosyal politikalar aracılığıyla koruma altına alınamıyor?
Kadına yönelik şiddet bu kadar yaygınlaşmışken neden hâlâ ülke çapında ciddi yaptırımlar uygulanmaya başlanmıyor?
Niye kocasının, geniş ailesinin şiddetinden uzaklaştırılan, yani; yeni bir hayat kurmasına yardımcı olunan kadınların mutlu hikâyeleri, kadın cinayetleri kadar kulağımızı doldurmuyor?
Sansasyon Haberciliği
Proje aynı zamanda çok sıklıkla yapılan bir yanlışı bir kez daha yineliyor. Görünmeyen hikâyeleri ortaya çıkartma iddiasında (-ki aslında bu artık doğru değil, çünkü her gün buna benzer haberleri sıklıkla görmek normal oldu), tüm dikkati mağdurlaştırılan kadınlara çekiyor.
Bu kadınları mağduriyetlerine indirgiyor ve mağduriyetleri ile işaretleyip ayrı bir kadın kategorisine koyuyor. Bu hatalı yaklaşım, şiddet gören kadının sürekli olarak teşhirine meylederek, onu güçsüz ve savunmasız kılıyor.
Yıllar içinde gazete ve haberlerde dövülen veya öldürülen kadınların boydan boya resimlerini görmeye ‘gerçeklerin görünür olması’ palavrasıyla alıştırılıyoruz.
Çünkü sansasyon haberciliğinde görüntüler ne kadar ağır olursa, o kadar gerçek habercilik yapıldığı iddia ediliyor.
Bu zihinsel birikim sonucunda, yumruk, bıçak ve el altındaki herhangi bir cisim veya erkeğin bizatihi kendi bedeniyle uyguladığı şiddete maruz kalırsak bunun sadece bize değil, daha birçok kadına yapıldığı mesajını gayet net "hatırlıyoruz" ve kendimizi "mağdur" görüyoruz.
Sadece mağdur mu; yalnız, savunmasız ve gazetede önceden gördüğümüz diğer “düşmüş kadın” imgeleri de peşi sıra eşlik ediyor… İşin kötü tarafı, çoğunlukla bu şiddetin uygulayıcıları olan erkekler de bu mesajı hatırlıyor, yani çok zor durumda kalınırsa! (Kıskançlık? Sinir krizi?) kadının gücünü kırmak üzere şiddeti başvurabilecekleri bir seçenek olarak öğrenmiş oluyorlar.
Sadece ölüm değil
Unutmamak gerekir ki, ölüm kadına yönelik şiddetin son noktası; yani bu noktaya geldikten sonra ne yazık ki yapacak bir şey artık yok ama bu noktaya gelene kadar şiddetin daha bin bir çeşidi var.
Şiddet, kadına yönelik olarak sistematik aşağılama, evden çıkmasına izin vermeme, eğitiminden, işinden veya sosyal çevresinden mahrum etme, kimi zamansa eski eşinin üzerine bir kavanoz dışkı atma (kim olduğu malum) şeklinde vuku bulabiliyor ki, biz bunları fiziksel, cinsel, ekonomik ve psikolojik şiddet gibi kategorilerle biliyoruz.
Bu nedenle kadına yönelik şiddeti, Hülya Avşar’ın zannettiği gibi sadece “akıllı kadın dayak yemez” düsturu altında değil, toplumun her kesimine yayılmış ve farklı biçimleri olan şiddet pratikleri olarak kavramamız gerekiyor.
Dolayısıyla, ünlü ve zengin bile olsa her kadın, hiç beklemediği bir anda ve beklemediği bir yerden özel olarak kadınlara uygulanan şiddet biçimlerine maruz kalabiliyor.
Asıl akıllı kadınlar, küçük görülen ya da dayak yediği için aptal veya güçsüz zannedilen kadınlarla arasında uçurum olmadığını bilen kadınlardır. Çünkü hiçbir kadın isteyerek veya “kaşındığı” için erkek şiddetine maruz kalmaz.
Şiddetin herhangi bir kadını bulduğu o mesafe, medyadaki temsillerine mal olmuş kadın karakterlerle, gazetedeki şiddet görmüş bedeninin ötesinde tanıyamadığımız kadınlar arasındaki kadar büyük değil.
Bunun aksini iddia etmek, tam da kadına yönelik şiddet dediğimiz olguya eklenen bir körlük durumudur. Bizzatihi, Türkiye'de medyanın kadına yönelik şiddeti temsil etme biçimine özeldir.
Projeye ilişkin son bir hayal kırıklığı da, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için hazırlanmasına karşın, kadın dayanışmasına en ufak bir gönderme yapmaması ve bu tarihe mâl olmuş günün esas anlamını ıskalamış olmasıdır.
Devlet mekanizmalarının kadına yönelik ufkunu zihinlerimizde pekiştirmesinin yanı sıra, keşke kadına yönelik şiddetle mücadele eden onca kadın grubu, dernek ve aktivistten proje için biraz destek istenseydi.
Ortaya dökülenin samimiyeti ve başarısı daha fazla olurdu kuşkusuz. O zaman, “o ben olabilirdim” sözünü “keşke sen olmasaydın” diyerek yanıtlamak zorunda kalmazdık. (YA/HK)
[*] ODTÜ Sosyoloji bölümü araştırma görevlisi