Geçtiğimiz haftalarda ataerkiye, erkekliğe ve "cinnet" adı altında görmeye alışkın olduğumuz kadına yönelik şiddete bir kayıp daha verdik. Bu sefer fail emekli bir albay olduğundan, haberi gazetelerde yeterince göremedik.
Albay Turgut Ergün'ün hikâyesinde erkeklik simgeleri oldukça net; kredi borcunun sürekli büyümesi nedeniyle ailesine bakamayan emekli albay aile reisi, borç onlara kalmasın düşüncesiyle eşinin ve kızlarının hayatına "cinnet geçirdiği için" beylik silahıyla son veriyor.
Kayıp, borçlu olduğu 50 bin liradan çok daha büyük; 53 yaşındaki hayat arkadaşı Gülser Ergün, 40 yaşındaki mühendis kızı Özlem ve 27 yaşındaki sosyoloji öğrencisi Çiğdem artık yaşamıyorlar.
Borç altındaki bir kadının eşini ve çocuklarını "cinnet geçirip" silahla vurmasına nasıl aşina değilsek bu durum da ataerki dediğimiz, iktidarı erkeğe yükleyen ve ondan talep eden, aynı zamanda militarizmle flört halindeki bir yapıdan ayrı tutulamaz.
Para borcu için çocuklarının hayatına son veren bir anneyi hayal edebiliyor muyuz?
Neredeyse imkânsız. Bazı iddiaların aksine, kadınların silahla kurdukları daha zayıf ilişkiyi onların doğasında veya şefkat dolu annelik içgüdülerinde aramaya gerek yok, bunu en temel olarak toplumsal yapı ve toplumsal rollerle açıklayabiliriz: Kadınlar asker olmak için doğmuyorlar!
Belki erkekler de bu ülkede asker doğmasalar onların da silahla, ölümle ve de iktidarla ilişkileri daha zayıf olabilirdi, olabilseydi, keşke olabilse
Gazetelerin anlatısına göre, Albay Ergün en zayıf düştüğü anda, kendini, ailesini ve artık ailesine kol kanat geremediği için kırılan erkekliğini toparlayabilmek adına en çok güvendiği şeye sarılıyor; beylik silahına. Eşiyle büyük kızının ölümünü gördükten ve ağır yaralı haldeki kızının "niye yaptın" sorusunu duyduktan sonra sıra kendisine geliyor ancak silah tutukluk yapıyor.
Albay Ergün'ün artık ne yapsa geri döndüremeyeceği bir kaybı var ve onu kendi pişmanlığıyla baş başa bırakan, sağaltması güç bir yaşam beklediğini tahmin etmek zor değil. Albay hayatındaki en önemli üç kadını öldürdükten sonra yaşamaya mahkûm oldu, geçmiş olsun!
Bir bebekten bir katil yaratan toplum
Rakel Dink, Hrant Dink'in cenaze töreninde bir bebekten bir katil yaratılmasını sorgulamadan hiç bir şey yapılamayacağını söylemişti. Benzer biçimde Albay Ergün'ün yaptıkları da kişiye mahsus değil, sistematik ve de öğretilmiş bir şiddet kültürü sonucu ortaya çıkıyor.
İnsanlar katil doğmuyor, zaman içinde silah kullanmayı, insan öldürmeyi öğreniyorlar.
Sınırları kendileri belirlemek yerine sınırları çoktan belirlenmiş bir düzende hareket ediyorlar ve içten içe hepimiz gibi biliyorlar ki, sonrasında başlarına birşey gelmeyecek. "Cinnet geçirdi" denecek, polisin çocuğa doğrultulmuş silahı "kendiliğinden ateş alacak" veya "failler bulunamayacak".
Bu ülkede silahı olan hiç kimse onu kullanmaktan çekinmiyor. Ataerkil yapıyı ve onunla beraber silahı, öldürmeyi, erkekliği ve iktidarı normalleştirmeyi sonlandırmadığımız sürece şiddet olaylarının hayatımızda açtığı travmatik yaraları da ne yazık ki sonlandıramayacağız.
Kimse kurtarılmış kadın değildir!
Ancak Albay Ergün'ün hikâyesi bize bundan fazlasını söylüyor; şiddetin rotası çoğunlukla kadın bedeni üzerinden seyrediyor ve hiç bir kadın, hangi sınıftan veya toplumun hangi kesiminden olursa olsun farklı biçimlerde tezahür eden erkek şiddetinden muaf olmuyor.
Bu durumda şiddet hikâyelerinin uygulayıcılarını hep ta uzaklarda "öteki" etnik kimliklere, mağdurlarını ise "kurtarılamamış" zavallı eğitimsiz kadınlara atfedenlere hatırlatmak gerekmiyor mu bu yaşanan da sizin hikâyeniz diye?
Yakın zaman öncesine kadar Albay Ergün'ün öldürdüğü küçük kızı Çiğdem'le ODTÜ kantininde çay içip aynı havayı solumuyor muyduk?
Kadına yönelik şiddet meselesi üzerine onunla da sohbet etmedik mi? Hatta bu mevzular açıldığında feminizme yönelik sevimli "şakalar" yapmıyor muydu bazı hocalarımız ve arkadaşlarımız?
Hiç bilmiyorum, ataerkil bir toplumda yaşadığımızı kabul etmemiz ve kendi uyguladığımız veya maruz kaldığımız şiddeti konuşabilmemiz için daha nereye kadar bu meclisten dışarı söz söylememiz gerekiyor.
Tek bildiğim, kendine yakıştırdığı beyaz topukluluları ve kıpkırmızı rujuyla okulda artık göremeyeceğim Çiğdem'in de bu şiddete maruz kaldığı.
Şiddete karşı birleşmek zorundayız!
Çevremizde yaşadığı şiddetin adını koymak istemeyen, ciddi bir şiddet meselesiyle karşılaştığında (bunun için çok şanssız ya da bahtsız olmaya gerek yok!) yaşadığı travma nedeniyle konunun üzerine gitmemeyi tercih eden kadınlarla konuşuyoruz.
Çekinceleri oldukça haklı olsa da eğer biraz üzerine gitme istekleri ve güçleri varsa kadınları birlikte mücadeleye çağırıyoruz. Şimdiye kadar birçok kadın arkadaşımızın hukuk sürecinde yan yana durduk ve bunun hepimize ne kadar çok şey kazandırdığına şahit olduk.
Gündemimizden ne iyi eğitimler almış doktorlar, sanatçılar, mühendisler kısacası kıymetli tecavüzcüler geçti. Bunlar aracılığıyla şiddetin her yerde olduğunu bir kez daha görmüş olduk.
Bu sebeple biz kadınlar ayrı, farklı demeden şiddete karşı birleşmek ve hayatımızda yeri olmasını istemediğimiz şeylere karşı yüksek sesle, hep bir ağızdan bağırmak zorundayız.
Duruşma ve dayanışma çağrısı
Ankara'da feminist kadınların en yakın tarihli bir başka dayanışmasıysa mart ayında yaşanan bir tecavüz davasının başlayacak olan yargılama sürecini kadınlarla beraber takip ederek gerçekleşecek.
Mahkeme heyetine esasen tüm tecavüz davalarında tüm kadınların müdahil olduğunu, bu davanın hepimizin davası olduğunu gösterirsek ve duruşma salonunda, adliye koridorlarında, müdahil sıralarında ne kadar çok olursak, sanıkların da o kadar ağır cezalandırılacağını biliyoruz.
Bu nedenle tüm kadınları 10 Ağustos günü dayanışmaya çağırıyoruz. (YA/BB)
Tarih: 10 Ağustos Salı 2010
Yer: Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara
Saat: 10.40