Artık referandumun sonucu ne olursa olsun 16 Nisan Türkiye’nin tarihinde bir dönüm noktası haline gelmiş bulunuyor. 16 Nisan her durumda yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır; siyasal süreç 16 Nisan’a kadar nasıl ilerlerse ilerlesin, ondan sonrasında mutlaka büyük bir farklılaşma olacak, ya daha iyiye doğru, ya da daha kötüye doğru… Hayatın bugünkü gibi akmaya devam etmezken Evet ve Hayır sonuçları artık yakın geleceği bu kadar dramatik bir şekilde belirleyecek.
Sonda söylenecek şeyi başta söyleyecek olursak, bu anayasa değişikliğini gündeme getiren AKP/MHP bloğu kaybetti. Bütün kamuoyu araştırmaları ve toplumsal nabız atışı gösteriyor ki referandumda “Hayır” çıkma ihtimali güçlü, hatta Şubat sonu itibariyle “Hayır” önde görünüyor. Son haftalara doğru iktidar bloğunun yapacağı bazı hamlelerle bu oran değişebilir ama sonuçta “Evet” oyu fazla olsa bile ancak kıl payı olacak ve bu da AKP/MHP bloğunun kaybetmesi demektir. Çünkü toplumun yarısının itiraz ettiği bir yeni siyasal sistem ne kalıcı olabilir ne de iddia edildiği gibi bir siyasal istikrar getirir. Tam tersine ortasından bölünmüş bir toplumun bu halini daha da derinleştirip çatışmayı, gerilimi sürdürürken bugünkü yönetim krizi de aşılamaz, kronik hale gelebilir.
Devlet aklı
Evet, bugün ülkede bir yönetim krizi var. Bunu da yaratan 15 yıllık AKP iktidarından başkası değildir. İktidarda kalmak için toplumu ortasından ikiye bölecek şekilde saflaştıran, karşı taraftaki yarısının parçalı haline güvenip kendi tarafındaki yarısının desteğiyle hep iktidar olacağını varsayan AKP, 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi beklenmedik bir şekilde azınlığa düşünce, hem de bu sonuç HDP’nin başarısıyla ortaya çıkınca, büyük bir telaşa kapıldı. 7 Haziran sonuçlarını kabul etmeyip 1 Kasım seçimlerine giden süreci başlattı ve yeniden tek başına iktidar oldu ama artık büyü bozulmuş, iktidar tekeli tehlikeye girmişti. Bunun ardından bir de 15 Temmuz darbe girişimi meydana gelince AKP/MHP bloğu ve bu eksende şekillenen bir “devlet aklı” harekete geçti. Toplumun yaklaşık üçte ikisinin “milliyetçi/muhafazakâr” olduğu tespitlerine dayanarak “Türk tipi başkanlık” sistemine geçmeye karar verildi. Böylece Arap Baharı ile Tunus’tan yola çıkıp Libya, Mısır ve Suriye üzerinden Türkiye’ye dayandığını ve “beka tehlikesi” oluşturduğunu düşündükleri bir tarihsel dalgaya da karşı koyabileceklerine inanıyorlardı. MHP’nin çağrısıyla anayasa değişimi bu bağlamda gündeme geldi ama evdeki hesap çarşıya uymuş gibi görünmüyor.
Görünmüyor ama bir yandan da bütün yumurtalar tek sepete kondu; anayasa değişikliği yapılacak, referandumda onaylanacak ve sonra da Tayyip Erdoğan başkan seçilecek! Peki, ya böyle olmazsa? Bunun yanıtı veya bu A planının olmadığı yerde bir B planı görünmüyor ki, düşündürücü veya ürkütücü olan da bu. Demek ki, bu A planının gerçekleşmesi için ne gerekiyorsa yapılacak. Nitekim yapılıyor… Meclisin üçüncü partisi HDP’nin eşbaşkanları ve milletvekillerinin dörtte biri hapiste, her biri için onlarca yıl ceza isteniyor. Meclisin ikinci partisi, ana muhalefet partisi CHP baskı altında, tehdit üstüne tehditle iş yapmaya çalışıyor. MHP muhalefeti susturulmaya çalışılıyor, sokakta kampanya yapmaya çalışan sola zaten hayat hakkı yok. Hayır demenin suç haline getirildiği ortamda Meclisteki birinci ve dördüncü parti el ele vermiş “anayasa reformu” yapıyor, böylece demokrasinin daha da gelişeceğini iddia ediyor!
Bölünmüş toplum
Toplumu bu kadar bölüp saflaştırırsanız ve bu durumu bu kadar uzun yıllar sürdürüp iki tarafı birbirine tahammül edemez hale getirirseniz, sonunda bugün geldiğiniz yere, yani ülkeyi yönetememe noktasına gelirsiniz. Yönetemiyor AKP ve onun için yönetim sistemini değiştirmeye kalkışıyor. Ama böyle ortadan bölünmüş bir toplumu yönetmenin ancak iki yolu vardır; ya iki taraf birbirine saygı gösterir ve uzlaşmanın, birlikte yaşamanın yol ve yöntemlerinde, kurallarında anlaşırlar; buna “demokrasi” de deniyor. Ya da bir taraf diğer tarafı, yani toplumun bir yarısı diğer yarısını baskı altına alıp tümüyle sessiz, hareketsiz kılarak, kılını kıpırdatmasına izin vermeyecek bir baskı düzeni kurarak yönetmeyi başarır; buna da “diktatörlük” deniyor. Gündemdeki anayasa değişikliğiyle hangisi yapılmak isteniyor dersiniz?
Her şeyden önce anayasa değişikliğinin yapılış tarzı ve sonra topluma sunuluş tarzı ve sonra tartışılma tarzı ve nihayet “Evet” ve “Hayır” kampanyalarının yürütülme tarzları demokratik bir şey yapıp yapmadığımızı da gayet net ortaya koyuyor. 18 maddeyi falan tartışmaya gerek yok. Tartışınca ne olduğu zaten çıkıyor ortaya da ama Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir! Anayasa bir toplumsal mutabakat metnidir, deyip sonra da böyle zorla dayatılan bir değişiklik nasıl demokratik olabilir ki? Referandum sonucu ne olursa olsun toplumun yarısının itiraz ettiği bir şeyle bugünkü dünyada bir toplumu uzun süre yönetemezsiniz.
Bayağılığın bu kadarı…
Meclisteki dört partiden birinin başkanları ve milletvekillerinin dörtte biri hapiste, ama kimse bunun ciddi bir sorun olduğunu düşünmüyor. Siyasi tartışmalarda gündeme bile gelmiyor. Sanki normal bir ortam ve koşullar varmış gibi bir yandan da konuşuluyor, tartışılıyor... Güya televizyonlarda tartışma programları düzenlenerek farklı fikirler ifade ediliyormuş, halk bilgilendiriliyormuş gibi yapılıyor ama seyretmeye değer buluyorlarsa kargalar bile gülüyordur. İktidar ve muhalefet sözcüleri birlikte bir televizyon programında bile karşı karşıya gelip konuşamıyorlar. Siyasal sistem veya rejim değişikliği öngören bir “anayasa reformu” var ve bu kadar önemli bir konu iktidar ve muhalefet sözcüleri tarafından birlikte konuşulmuyor. İktidar sözcüleri hiçbir yerde ve ortamda muhalefetle karşı karşıya gelmiyor. Televizyon programcıları parti sözcülerini ayrı ayrı ve teker teker davet edip, konuşuyorlar. Böyle bir pespayeliği de “demokratik tartışma” diye sunuyorlar. Böyle bir anayasa tartışması dünyanın başka hangi ülkesinde olabilir! Hep aynı vasat isimler, aynı yüzler her akşam ekranlarda aynı şeyleri tekrarlıyor ve bunun adı da “tartışma programı” oluyor! Bu toplum bu kadar bayağılığı, bu kadar seviyesizliği hak ediyor mu?
Normalleşme fırsatı
Aslında referandum pek de demokratik bir yöntem değildir, çünkü seçeneklerin ikiye indirildiği yerde demokrasi de budanmış demektir. Bu iki seçenek dışında görüşü olanlara kendini ifade etme imkanı vermez. Ayrıca her konu da toplumun onayına sunularak demokratik bir şey yapılmış olmaz; çünkü azınlıkların da hakları vardır ve çoğunluk eğilimi her zaman bu haklara saygı göstermeyebilir. Nitekim temel hak ve özgürlükler referanduma sunulmaz, sunulamaz. İşte idamı referanduma sunmaya kalkışan Erdoğan veya Suriyeliler için referandum isteyen Kılıçdaroğlu nasıl olsa çoğunluk buna onay verir diye hareket ediyor ama tam da bu nedenle, yani çoğunluğun her zaman temel hak ve özgürlükleri koruyup kollayan bir tutumda olmayacağı bilindiği için akla gelen her konuda referanduma başvurulmaz. Bu bağlamda 16 Nisan referandumu da sınırlayıcıdır; Hayır dendiğinde bugünkü düzene, mevcut siyasal sisteme Evet dendiği sonucu çıkacaktır ama elbette bu da yanıltıcıdır. Çünkü Hayır diyenlerin büyük çoğunluğu mevcut düzenin demokratikleşmesi gerektiğinin farkında ve bilincindedir ama artık bu doğrultuda adımların gündeme gelmesi ancak 16 Nisan’da Hayır çıktıktan sonra mümkün olacaktır.
Kısacası “normal” yollardan “normal” bir ülkeye dönüşmek ve öncelikle AKP/MHP bloğunun hamlesini önleyip sonra da demokratikleşme doğrultusunda ilerlemek için 16 Nisan bir fırsat gibi görünüyor. “Hayır” sonucu çıkarsa iç savaş tehditlerini yapanlar, asıl “Evet” çıkarsa ülkeyi bir kabusun içine sürükleyeceklerdir. Dolayısıyla bu tehditleri savuşturmak için “Hayır” demek artık daha da elzem hale geldi.
Daha şimdiden iktidar bloğu kaybetmiş durumda, onun için bu kadar hırçın, bu kadar tehditkâr ve bu kadar tedirgin; ama muhalefetin kazanıp kazanmadığı da henüz belli değil. 16 Nisan’dan sonraki süreçte belli olacak… (SÖ/HK)