Kardeleni severim; karın altından ebruli bir isyan gibi başını kaldırır. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin (ÇYDD) "Baba Beni Okula Gönder" sloganıyla düzenlediği bir kampanya dolayısıyla kardelen adı da günlük yaşamda sık sık duyulur oldu.
Kampanyaya eşlik eden reklam filminde, "Kardelen Ayşe" adında genç bir öğretmen, eski bir okul şarkısını söyleyerek kız çocuklarını okula çağırıyordu. Aradan bir-iki yıl geçti ve Kardelen Ayşe'nin hafızalarımızdan silinmeye yüz tutan duru, sakin yüzüyle, acı bir olay vesilesiyle yeniden karşılaştık.
Kardelen Ayşe olarak tanıdığımız Elif Bölük, Halkalı'daki bombalı eylemde, uzman çavuş olan eşini kaybetmişti. Genç öğretmenin haber programlarında ekrana yansıyan yüzü, o sakin, duru ifadesinden bir şey yitirmemişti; fakat eşini yeni kaybetmiş bir kadının taze bir yas duygusuyla mikrofona söylediklerinin, anın ötesine taşan anlamlarıyla, hafızam üzerinde kışkırtıcı bir etki yarattığını hissettim.
Elbette, ölümün verdiği acı, başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak ölçüde kendi mutlak gerçekliğine sahiptir ve o ölçüde de dokunulmazdır. Bu nedenle, böyle bir acıya saygı duymaktan başka hakkımız yoktur.
Eminim ki, pek çoğumuz genç kadının söylediklerini böylesi bir anlayışın süzgecinden geçirerek dinledik ve gerçekten üzüldük. Fakat ne yazık ki, ölümlerin ve akan kanın yanı başında varlığını sürdüren kaskatı bir gerçeği de unutuşa terk etmemiz kolay olmuyor; çünkü, genç öğretmenin bizzat kendi hayat hikayesinin arka planında, yüzyıllık bir tarihsel hikaye var.
"Kardelen Ayşe"nin mikrofonlara söylediklerinden iki şeyi öğrendik: Kendisinin Muşlu bir Kürt kızı olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin (ÇYDD) bursuyla okuyup öğretmen olduğunu ve küçük kızını büyütüp asker yapmaya karar verdiğini.
Bu sözler dikkate değerdir. Onların dikkate değer olmasının nedeni; pek çok eğitimlinin bilinçdışını (bilinçaltını) oluşturan cumhuriyet dönemi eğitim ve kültür politikalarını, dolaysızca ifade ediyor olmasıdır.
Kız çocuklarını yıllarca okula çağırmış olan bir genç öğretmenin kendi kızını " asker yapmaya" karar vermiş olması, yalnızca, acı bir olayın yol açtığı duygusal bir refleks olarak yorumlanabilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti'nin modernleş(tir)me serüveni boyunca, kışla ile okul arasındaki mevcut işlevsel bağ açısından bakıldığında, bu soruya "evet" diye cevap vermek pek mümkün görünmüyor.
Görünmüyor; çünkü cumhuriyetin kurucu zihniyeti, orduyu, yalnızca bir güvenlik kurumu olarak değil, "Türk milli benliği"nin oluşumunda işlevsel bir rol üstlenebilecek bir kurum olarak da kurgulamıştır.
Bu bağlamda ordu, cumhuriyetin modernleşmeci ve batıcı perspektifinin tavizsizce benimsendiği bir tür öncü kurum olma binciyle hareket etmiştir hep. Eğitim kurumu olarak okul da aynı tarihsel rolün sivil sahnesini oluşturmakla yükümlüdür.
Türk kimliği inşa sürecinde, okul ile kışla arasındaki söz konusu işbirliği bir "öteki" kurgusu üzerinden yürütülmüştür, ister istemez. Türk kimlik inşasının diğer yüzü olan asimilasyon politikaları ise, mevcut şartlarda, etno-kültürel farklılığı temsil eden Kürtleri muhatap almıştır.
Bu bağlamda, Türk kimliği inşa sürecinde aktif rol oynayan cumhuriyet kurumlarının bazıları, dolaylı olarak, asimilasyon politikalarının aktif kurumsal özneleri olmak gibi bir misyonu yüklenmişlerdir. Mesela, Köy Enstitüleri bunlardan biridir.
Köy Enstitüleri yasasının köy öğretmenlerine yüklediği, "köyün milli kültürünü yükseltmek" gibi bir görevin, öğretmenleri de bireysel özneler olarak asimilasyon sürecine dahil ettiğini görüyoruz. Öğretmenin söz konusu görevi, Köy Enstitülerinin kapatılmasından sonra bitmemiş, 60'lı yıllarda devreye giren Yatılı Bölge İlköğretim Okulları (YİBO) aracılığıyla devam edegelmiştir.
Kışla ile okul arasındaki bu işlevsel geçişkenlik, Cumhuriyet dönemi romanlarında, bir roman kurgusu içinde karşımıza çıkar çoğu zaman. Bu romanlarda, Türk karakterlerle Kürt karakterler, hiyerarşik bir ilişki içinde karşı karşıya gelirler.
Erken dönem cumhuriyet romanlarında, bu karşılaşmanın erkek tarafı genellikle Türk ve asker, kadın tarafı ise eğitimsiz ya da kandırılmış bir Kürttür. Bu hikâyelerde Türk zabit, eğitimsiz bir Kürt kadınına adap-usül öğretir ve onunla evlenir.
Birkaç örnek gerekirse: Zeyno'nun Oğlu (Halide Edip Adıvar), Dersim 1937 (Barbaros Baykara), Dağları Bekleyen Kız (Esat Mahmut Karakurt). Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Nispeten daha geç dönem romanlarında, Türk ve Kürt karakterler, öğretmen ve cahil köylü tiplemeleriyle karşı karşıya getirilirler. Bu durumlarda öğretmen, her kuşaktan Kürt köylüye öncelikle dil öğretmesi gereken bir "misyoner" rolündedir. Mesela: Zap Boyları (Şükrü Gümüş), Namusçular, Kadınlar Koğuşu (Kemal Tahir), Hakkari'de Bir Mevsim (Ferit Edgü), Tüfekliler (Ümit Kaftancıoğlu) vesaire.
"Kardelen Ayşe"nin, bugün tanığı olduğumuz hayatı bana, romanlardan ilham almış gerçek bir hayat hikâyesi olarak, gerçeğe dokunduğu oranda buruk ve incitici geldi doğrusu.
ÇYDD'nin bursuyla okuyup öğretmen olan Elif'in, minik kızını büyütüp asker yapma kararı; hayatı romanlardaki kadar kontrollü bir kurgu içine yerleştirmeyi hedefleyen bir toplum mühendisliği projesinin, samimi bir deşifrasyonu olarak da okunabilir. Söz konusu kişinin niyetinden bağımsız olarak ortaya çıkmış olan bir anlamdır bu.
Vaktiyle Köy Enstitülerinin, günümüzde YİBO'ların resmi kimlikleriyle üstlenmiş oldukları misyonu, sivil alanda pratik olarak sahiplenmiş görünen ÇYDD'nin kurucularının bireysel niyetlerini aşan nesnel sonuçlardır, işaret etmek istediğim.
ÇYDD'nin, yeni bir kampanya başlattığını öğreniyoruz bu vesileyle. Kampanyanın sloganı: "Anadolu'da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak" imiş. İnsanın içinden sormak geliyor: Neden öğretmen? Mesela, neden endüstriyel ürünler tasarımcısı değil de öğretmen!?
Öğretmen kızlar... Öğretmen anneler...
Bunun anadiliyle hiçbir alakasının olmadığı iddia edilebilir mi sizce?
Bana öyle geliyor ki; bu yazının başlığını oluşturan "Kardelen Kardelene Karşı mı?" sorusunun cevabı, hayattan romanlara, romanlardan hayata doğru işletilen bir devlet projesinin şifrelerinde saklı. (RA/BB)
* Remziye Arslan, barış aktivisti.