Japonya'da geçtiğimiz pazar yapılan seçimlerde, 54 yıldır, yani soğuk savaş döneminden bu yana (1993 yılı hariç) seçim kaybetmemiş olan muhafazakar Liberal Demokratik Parti, iktidarını, ana muhalefette bulunan ve eski sosyalistler ile Liberal Demokratik Parti'den ülkedeki sosyal eşitsizliklere ve partinin yönetim yapısına muhalefet ederek ayrılan muhaliflerin koalisyonuna dayanan Demokratik Parti'ye devretti.
Görünüşe bakılırsa ortaya çıkan sonuç, seçmenin Demokratik Parti'ye dair kaygılarını bir kenara bırakmasından ya da yeni bir parti deneme merakından daha fazlasını ifade ediyor. Parlamentodaki 480 sandalyenin 302'sini kazanan çiçeği burnunda iktidar partisinin gündemindeki konulardan ilkinin Japonya'nın kötüleşen ekonomik koşulları, ikincisinin ise Liberal Demokratik Parti hükümetinin yıllardır sadakatla bağlı olduğu Washington ile yürütülecek ilişkiler olması bu durumun göstergelerinden birisi. Kaldı ki Demokratik Parti lideri Hatoyama da sonuçları "bu devrimci bir seçim" biçiminde tanımlıyor.
ABD'ye bağlılık
Daha açık ifade etmek gerekirse, seçim sonuçlarının önemini arttıran asıl nokta, seçimlerin, ABD'nin -İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda ülkeye attığı atom bombası sonrasında- aktardığı "dış yardım"ları ile yapılandırılan ve özelikle liberal çevreler tarafından ekonomik mucize olarak adlandırılan, ancak 1990'lardaki ekonomik krizle birlikte çözülmeye başlayan ekonomik paradigmaya inen bir darbe olması. Ek olarak da, geleneksel Japon siyasetinin Washington'a olan bağlılığının sorgulanmaya başlandığını ortaya koyması.
Seçimler sonrasında oluşan soru işaretleri de daha çok bu son noktaya, yani yeni hükümetin ABD ile ilşkilerinin nasıl olacağı sorusuna dayanıyor. Eski muhalefet, yeni hükümet lideri Hatoyama, Amerikan hegemonyası altında yürütülen bir küreselleşmenin sona ermesi ve Japonya'nın Asya'daki diğer ülkelerle kurduğu ilişkilere yeniden yön vermesi gerektiğini belirtiyor. Partisinin manifestosu da Washington ile eşit düzeyde ilişkiler kurulmasını ve ülkedeki 50 bin askerden oluşan Amerikan askeri gücünün yeniden düşünülmesi gerektiğini ifade ediyor.
Eleştiriler
Ancak bu tarz söylemlerin, partinin sol tabanına verilen mesajlar olmaktan öteye gitmediğini, dolayısyla somut bir zemininin olmadığını belirten yorumcular da var. Öte yandan, ülkenin yeni liderinin yakın zamanlarda verdiği bir mülakatta, Japonya'nın ABD ile ilişkilerinde köklü değişimler olmayacağını belirttiği de söylenenler arasında. Bunlara karşın, seçim bildirgelerinde kaynak israfına son verilmesi, elitist bürokrasinin politik gücünün alaşağı edilmesi ve dünyanın neredeyse en yaşlı nüfusuna sahip olan ülkede, sosyal güvenlik alanında sıkı yatırımlar yapılması gibi başlıklar bulunduran Demokratik Parti'nin, mevcut politikalarda köklü bir değişim umudu yaratacağına dönük beklentiler de hiç az değil.
Japon Komünist Partisi de Demokratik Parti iktidarı ile temelde bir şeyler değişmeyeceğini ifade edenler arasında yer alıyor. Seçimlerden önce yaptığı açıklamalarda Demokratik Parti'nin ezici bir zafer elde edeceğini öngören Komünist Parti'ye göre, bu zaferin asıl anlamı, Demokratik Parti politikalarına destekten olmaktan çok, Liberal Demokratik Parti iktidarında uygulanan neo-liberal politikalara gösterilen tepkiyi ifade ediyor olmasında gizli. Japon komünistlerine göre Demokratik Parti her ne kadar ABD ile eşitler arası ilişkiler kurulacağı söylemini kullansa da, ABD ile ikili askeri anlaşmaları sürdürecek ve diplomasi/güvenlik konularında ABD ile ters düşmekten kaçınacak. Dolayısyla Liberal Demokratik Parti politikalarından kökten bir uzaklaşma söz konusu olmayacak.
Sosyal demokrat bir partiden kapitalist üretim ilişkilerinde köklü dönüşümler yaratmasnı ya da emperyal ilişkilerle mücadele etmesini beklemek elbette gerçekçi değil. Dolayısıyla Japon Komünistlerine katılmamak ve Demokratik Parti liderinin seçim sonuçlarını "devrimci" olarak tanımlamasını abartılı bulmamak mümkün değil. Ancak, sınıf çatışmalarının üzerini, işçiler ile sermayedarların aynı ailenin üyesi oldukları söylemini kullanarak örtmede dünyanın en başarılı ülkeleri arasında yer alan, bir diğer ifade ile vatandaşlarının çoğunu "hepimiz aynı gemideyiz" masalına uzun süre inandırabilen bir ülkede, seçmenlerin gösterdiği -ve bir neo-liberal tek parti iktidarını alaşağı edecek kadar güçlü olan- bu tepkinin de bir anlamı olmalı. Peki hangi açıdan?
"Bölgesel güç" olmak
Herşeyden önce, Türkiye'de son zamanlarda sıklıkla kullanılan bir kavram olan ve Türkiye sermayesinin ağzını sulandıran, kamuoyunda da "Yeni Osmanlıcılık" olarak pazarlanan "bölgesel güç olma" kavramı açısından. Malum, Japonya, yukarıda da belirtildiği gibi ABD tarafından aktarılan kaynakların da desteği ile İkinci Dünya Savaşı sonrasında Pasifik bölgesinin en güçlü, dünya ekonomisinin de ikinci güçlü ülkesi haline geldi.
Bugün halkın neo-liberal politikalara verdiği bu tepki gösteriyor ki, bölgesel güç olma olgusu, sadece ve sadece kapitalist üretim ilişkilerinin daha da derinleşmesi, dolayısıyla da, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kesimler için, elmalarını herkesin eşit paylaştığı bir cennetten çok, ateşinin yakıcılığı giderek artan bir cehennem anlamına geliyor.
Kuşkusuz, bu gerçek sadece Japonya için geçerli değil. Bugün dünyanın "süper gücü" olarak tanımlanan ABD'de en önemli tartışma başlıklarından birisinin sosyal güvenlik reformu olması, ülkede yaklaşık 30 milyon insanın sosyal güvenlikten yoksun yaşaması, emek aristokrasisi olarak adlandırılabilecek ve nitelikli işgücüne dayanan bir kesim dışında, işçi sınıfının ezici bir kitlesinin göçmenlerden ya da esnek çalışanlardan oluşması da bunun bir göstergesi.
Ulusal kalkınmacı paradigma çerçevesinde akıl yürüten kimi çevreler tarafından, biraz da imrenerek, yeni "dünya gücü" olmaya aday olarak tanımlanan Çin, Hindistan gibi ülkelerde, insanlık dışı koşullardaki yaşam ve çalışma şartlarının varlığı da diğer göstergeler. Elbette buradan Türkiye'nin "bölgesel güç" olmasına dair bir sonuç çıkarmak da mümkün. Bir başka ifadeyle, "bölgesel güç olma" ile işçi sınıfı ve ezilenlerin hayatları arasındaki ters yönlü ilişkiyi anlamak için illa ABD'ye, Çin'e, Hindistan'a ya da Japonya'ya gitmek gerekmiyor.
Türkiye
Türkiye'nin son otuz yıllık tarihini de, son yıllarda uygulamaya konan ve elbette ki sosyal haklardan, iş güvencesinden ya da insanca çalışma hakkından yoksun nüfusu önemli ölçüde arttıran politikaları da böylesi bir okumaya tabii tutmak mümkün.
Sözün özü: Bugün, AKP iktidarının ve Türkiye sermayesinin ağzını sulandıran şey birgün gerçek olabilir: Örneğin Kürt sorununun, halkların haklarını teslim etmeye dayanan, Kürt siyaseti temsilcilerinin ifadesiyle "onurlu bir barış"la değil ama, bölgenin iki önemli aktörü olan ABD ve Türkiye sermayesinin ihtiyaçlarını giderecek biçimde "çözüm"ü, Kürt hareketinin ilerici kanadının tasfiyesi ve bölgeye gelecek "istikrar" ile birlikte, Türkiye'yi, alt emperyalist bir "bölge gücü" yapabilir. Ancak yukarıda yazdığımız örneklerde olduğu gibi, bu ancak, kapitalist üretim ilişkilerinin daha da derinleştiği, dolayısıyla, güvencesiz çalışmanın, işsizliğin, sosyal adaletsizliğin, eğitim ve sağlık başta olmak üzere sosyal haklardan yoksunluğun, çalışma saatlerinin, ölümlü işkazalarının daha da arttığı bir Türkiye ile mümkün olabilir.
Bir diğer ifade ile, hem Türkiye hem de Ortadoğu coğrafyasının, sermaye için cennet ama emekçiler ve diğer ezilenler için cehenneme dönüşmesi ile mümkün olur. Kimbilir, belki de muktedirlerin bizi bu dünyada olabilecek olanı ile tanıştırmak yerine öte dünyada olduğunu söyledikleri cennete ikna etmeye çalışmaları, bu gerçeği bildikleri içindir.(TT/EÜ)
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* Yazıda, Martin Fackler'in 30 Aralık tarihli New York Times yayınlanan değerlendirmesinden, 31 Ağustos tarihli the Guardian'da çıkan haberlerden ve Japon Komünist Partisi'nin resmi web sayfası olan www.japan-press.co.jp sitesinden faydalanılmıştır.