Hatırlanacak olursa, bianet’te 9 Temmuz 2018 tarihinde yayımlanan “Nasıl akademisyen olamadım?” başlıklı yazım “Oysa, içinde yaşadığımız coğrafyada akademisyen olamama, akademisyen kalamama hikayeleri hem oldukça eskiye dayanıyor hem de bir tarihsel sürekliliğe ısaret ediyor” sözleri ile başlamıştı.
Ve şöyle bitmişti: “Yazının son rötuşlarının yapıldığı anlar mı? Seçimler bitmiş, ‘yerli ve milli başkanlık sistemi’ne geçilmişti… İktidar yanlısı basında da yeni KHK haberleri…”
Ne yazık ki yazının yayımlandığı sabah, iktidar yanlısı basının haberini verdiği KHK’lardan bir tanesi daha yayımlandı ve barış akademisyeni hocalarımız, dostlarımız da dahil çok sayıda kamu çalışanı, haklarında herhangi bir mahkumiyet kararı olmaksızın kamu görevinden ihraç edildi.
Artık adet oldu, geçmiş olsun demiyoruz. Yüreği barış için atan tüm dostlar(a): Gelecek olsun!
Bir önceki yazıda “tarihsel süreklilik” demiştik…
İzninizle bu tarihsel sürekliliğin mütevazı parçalarından bir başkası ile devam edeceğim…
“Lahmacun yer miydin canım?”
Doktoramın bitmek üzere olduğu zaman dilimi. Deyim yerindeyse jüriye beş kala.
Önce iş aradığımı bilen bir arkadaşım aracılığıyla, yakın zamanda, alay-ı vala ile İstanbul’da kurulan bir “hükümet üniversitesi”nde bir dekana yönlendiriliyorum.
Çünkü yeni kurulan bu “hükümet üniversitesi” bölümlerinden birisine eleman arıyor.
Yasal zorunluluk olan “kadro ilanı” gazetede yayımlanmış, ama arkadaşımın belirttiğine göre kimse başvurmamış, dolayısıyla kadro ziyan olacak.
İlanı görmediğimi; ama ilerleyen dönemlerde yeniden eleman alacaklar mı vb. konuları konuşmak üzere dekan beyden randevu aldığımı geçerken belirtmiş olayım.
Sonrası (yaklaşık) aşağıdaki gibi:
“- İyi günler dekan beyin odasını arıyorum.
- (Bir kaç kişinin hep beraber yediği lahmacundan başını kaldırıp) Buyur canım, ne vardı? Dekan benim.”
- Eee, hocam ilanınız yayımlandı, mümkün olursa bu ilana, değilse önümüzdeki dönemlerde ki ilanlarınıza başvurmayı planlıyorum; ama öncesinde sizinle görüşmeyi uygun gördüm, onun için randevu talebinde bulunmuştum.
- (Lahmacundan şehvetle koparılmış ve çiğnenmeye başlanmış büyük bir lokma eşliğinde) Tamam canım, İngilizce var mıydı sende? Yabancı yayın falan?
- Var. Ayrıca…
- He, tamam tamam, sen başvur o zaman Cuma’ya kadar.
- Hocam, ben henüz doktora jürisine girmedim ama, jürim 15 gün sonra olacak, dolayısıyla…
- Yav ne 15 günü, şöyle jüridekilere imzalayıversinler işte Cuma’ya kadar, sonra okurlar.
- Hocam, nasıl söyleyebilirim böyle bir şeyi...
- Hep tatildeler değil mi eşşo…ler… Hiç çalışmaz bunlar. Vallahi imzalarlarsa gel, alalım seni.
- İyi günler hocam, teşekkür ederim.
Lahmacun yer miydin canım…?
-…”
Şu “iktisatçılık” bahsi!
Bir önceki yazıdan ve yukarıdaki diyalogdan anlaşılabileceği üzere sürekli iş arar durumdayım. Yukarıdaki diyaloğun geçtiği günlerde kendilerini tanımaktan büyük mutluluk duyduğum iki hocam, çalıştıkları fakültede (başka bir üniversite) açılan bir yardımcı doçentlik kadrosu bulunduğu haberini verdiler.
Ulusal bir gazetede yayımlanması zorunlu olan kadro ilanını gör(e)mediklerini, sadece duyduklarını da eklemeyi ihmal etmeden. Bu hocalarımın de KHK’lı olduğunu belirteyim laf arasında.
Belli ki tuhaf bir durum vardı, beklentiye girmemeliydim, muhtemelen oldu bittiyle bölüme alınmak istenen başka bir aday vardı.
Elbette düşünürdüm. Nitekim işsizlik baskısını giderek daha fazla hissediyordum. Başka başvuru olmasına gelince, benim açımdan elbet sorun değildi. Kaldı ki başkalarının başvuru hakkını kullanmasına ilişkin laf edebilecek bir durumda da değildim, bir hak idi sonuçta. Aslolan değerlendirmenin, kimin lehine olursa olsun, ilgili yasa ve yönetmeliklerin altını çizdiği üzere “objektif kriterlere…” göre olması idi.
Ama buna rağmen bahsi geçen hocalarım tarafından uyarılmıştım: “Başvuru dosyanı vermeye geldiğinde dosyanı kabul etmezler ise haberimiz olsun”! Şaşkındım. “Başvuru dosyasının kabul edilmemesi” ne demekti ki? Sonuçta ilan edildiğine göre şartları sağlayan herkes başvurabilirdi, öyle değil mi?
Ama pardon… İlan ortalıkta (örneğin üniversitenin web sayfasında) yoktu!
Neyse ki başvurumda herhangi bir sorun çıkmadı. Enteresan bir şekilde yabancı dil sınavı da yapılmadı. Oysa ilgili yasa, adayların başvuruları sonrasında yapılacak ilk işin dil sınavı olduğunu söylüyordu. Sanırım dil sınavı yapılmamasında, iki adayın da, dil yeterliliğini ölçen merkezi sınav puanlarının İngilizce ders vermek için yeterli görülen düzeyin üzerinde olması belirleyici oldu.
Ama gene de sadece yasa ve yönetmeliklere uygun olsun diye dahi bir sınav yapılmamış olması birilerinin acelesi olduğunun bir göstergesi olsa gerekti.
Nitekim işin rengi yakın zamanda açığa çıktı.
Öncelikle başvuru yaptığım bölümün başkanının kendisi ile istişare etmeden başvuru yapmış olmama tepki gösterdiği duyumunu aldım, ilgili üniversitede çalışan tanıdıklarımdan. Sonrasında diğer adayın ilgili bölüm başkanı ile aynı dini yapılanmadan olduğu duyumunu. Duyumlar beni çok da ilgilendirmiyordu. Sonuçta bunlar duyumdu ve ben dosyama güveniyordum.
Ama duyumlar da durmuyordu. Bir süre sonra üç kişilik jüride olanlardan birisinin doçentlik sınavını yeni geçtiğini; ama henüz doçentlik kadrosuna atanmadığını ve bu durumun bölüm başkanı tarafından kendisine sürekli olarak hatırlatıldığı duyumu geldi örneğin.
Değerlendirme raporunu bu durumu aklında tutarak yazmalıydı. Nitekim doçentlik kadrosuna atanabilmesi, bölüm başkanının girişimlerine bağlıydı.
Daha sonra gelen bir başka duyuma göre de, üçüncü jüri üyesi de büyük bir üniversitenin iktisat profesörlerinden birisiydi. İlgili bölüm başkanı tarafından açılan bir telefon ile değerlendirme raporunu kendisinin uygun gördüğü aday lehine yazması rica edilmişti kendisinden.
Bu duyumların doğruluğunu yanlışlığını bilemem elbet. Nihayetinde duyum!
Ama daha sonra mahkeme aracılığıyla jüri raporlarını istediğimizde net olarak bildiğimiz bir şey vardı: Bu defa iktisatçı olmadığım -“alan dışı” olduğum- için atanmaya uygun görülmemiştim.
Halbuki bir önceki deneyimimde, üniversitenin ilanında şart olarak belirtilmesine rağmen, iktisatçı olduğum için atanmamıştım.
Şu “diploma” bahsi!
Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimimi İktisat anabilim dalından almıştım. En azından, günümüzün ünlü “kayıp diploma” olgusunun aksine, diplomalarım bunu söylüyordu ve dosyama noter tasdikli fotokopisini koymanın yanında, diplomalarımı dileyen herkese sunabiliyordum.
Ama değerli iki jüri üyesi, yani bölüm başkanı ve bölüm başkanının telefon telefon ile değerlendirme raporu talep ettiği büyük üniversite profesörü, yüksek lisans ve doktora derecelerimin iktisat bölümünde çalışmaya uygun olmadığı kanısındalardı.
Diğer adayın başvuru dosyası mı ?
Sonradan öğrendim ki, başvuru dosyamdaki puanım diğer adayın sahip olduğunun iki katı idi.
Sonuç da akademisyen olamama durumunun bir süre daha devamı ve halen devam eden bir dava.
Hoş, vaka o ki, akademisyen olduktan sonra da akademisyen kalamayacaktım ya, o da malum, ayrı hikaye… (TT/BK)