Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
İtiraf meselesi ve sinemadaki karşılıkları üzerine kurulu, yarım bıraktığım bir doktora tezim var.
Bu tez üzerine çalışırken toplumsal cinsiyet olarak erkekliğin kendini, gündelik hayat performansları kadar geriye dönük bir bakışla da kurduğunu fark etmiştim: İtirafla, yüzleşmeyle, geç gelen pişmanlıklarla, gurur incinmesinin tamiriyle, bitmek bilmeyen bir bağışlanma isteğiyle...
Önümde, Saint Augustine’den Rousseau’ya uzanan bir itiraf külliyatı ve tabii günümüzün sayısız burjuva birey anlatısı (roman, anı, kişisel gelişim vs.) vardı.
Tabii ki itiraf ediminin güçle, iktidarla olan ilişkisini deşen teorisyenlerin yazdıkları da. Özellikle Michel Foucault, Kojin Karatani, Mark Nişanyan.
İtiraflara, özür, pişmanlık ve uzlaşmalara olumlu rol atfederken ‘vakit’lerine dikkat etmemiz gerektiğini; uygun koşullar oluştuğunda gelen itirafların nasıl kendini temize çıkarma ve yeni iktidar bloklarında rol sahibi olma aracına dönüştüğünü vurgulayanlar...
Bir yandan bu uçsuz bucaksız fikri materyalle cebelleşiyor, bir yandan da itiraf saplantısının sinemada nasıl bir dil oluşturduğu üzerine düşünüyordum. İmge ve sesler düşüyordu aklıma, çoğunluğu erkeklere işaret eden, çoğunluğu erkeklerce üretilmiş imge ve sesler...
Bergmanlar, Antonioniler, Tarkovskiler, Ceylanlar, Demirkubuzlar, Kaplanoğlular...
Yıllar sonra suçlarıyla, hatalarıyla, yaptığı ve yapamadıklarıyla yüzleşen, kasım kasım kasıldıktan sonra (nihayet) göz yaşı döken erkek figürü...
Pencereden bakarken efkarlanan erkek karakterler...
Erkeklerin duygu dünyasına odaklanan sayısız sinema yapıtı... Geriye bakıp itiraflarını modern dünyanın araçlarıyla, kağıda ya da peliküle döken erkekler...
Giderek şu soruları da sormaya başladım: Tüm bu filmlerdeki, bir yerlere bakan, iç geçirip düşünen, anca filmin sonunda içini açan veyahut hiç açmayan ketum erkek figürlerine (sanki hayatın derin saçmalığını bir tek onlar idrak etmişler gibi) niye eleştirel yazında peşinen erdemlilik atfediliyor?
Bu tarz ‘insan ruhu’nu ifşa edici bir sanatsal dile erkeklerin hükmetmesinin ardında, araçsal tahakkümün ve biri olma, tarihe kalma gibi modern endişelerin yanı sıra bir çeşit yargılanma korkusu da olabilir mi?
Erkeklerin itiraf ve iç-yüzleşmeye bu kadar meyilli olmasının nedeni, kendi hayatlarını değerlendirmeyi başkalarına bırakmaktan korkmaları olabilir mi?
Hayatını kendi başına anlamlandırmak, dilin sahasına kendi başına dönmek, sınırlarını kendi belirlemek, o bireysel anlam alanına başkalarının girmesini engellemek gibi istekler bu işin ne kadar içinde?
Bu soruların izini uzun süre takip edebildiğimi söyleyemem. Ama hem kendimde hem de geniş anlamda çevremdeki erkeklerde en fazla gözlemlediğim davranış biçiminin, suçluluk ile baş edememe hali olduğunu söyleyebilirim.
İtiraf-kendiyle yüzleşme eksenli anlatı tarzına eğilim de bununla bir yerinden ilişkili olsa gerek.
Yargılanma ve hesap verme...
Konu kendileri olduğunda erkekler bunları kendileri üstlenmek istiyor. Dışarıdan gelen eleştiri, uyarı ve yargıların çoğu erkekte büyük krizlere yol açması da bu yüzden belki (Erkekler eleştirildiğinde ‘itham’, ‘linç’, ‘karalama’ gibi ifadeler büyük bir hızla yayılıyor, eleştirinin dozu ya da üslubu da çoğu kez bir şey değiştirmiyor).
Bunun ardında şöyle bir defans güdüsü var: Kendimi en iyi ben bilir, en iyi ben yargılarım, kendi hükmümü de kendim veririm. Özeleştirinin, itiraf dilinin, dürüstlük ve açık sözlülük iddialarının, hatta yüzleşmenin dahi (“ruhumun karanlıklarıyla yüzleştim” ve benzeri retoriklerle desteklenen), önemli oranda böyle bir boyut taşıdığını, eril gövde gösterisinin parçası haline gelebildiğini unutmamalıyız.
Gerek gündelik hayatta, gerekse de sanatsal üretimlerinde erkekler kendi suçluluk duygularından, geçmiş hatalarından bahsetmeyi fazlaca seviyorlar.
Ama iş bir davranışın, tutumun ya da en basitinden cinsiyetçi bir sözün sorumluluğunu almaya geldiğinde, yapılan eleştiri/itirazı kişiliklerine bir hakaret olarak görüp hızla savuşturmaya çalışıyorlar. Büyük bir örgütlülük ve hız içinde etraflarına yüksek savunma duvarları örüyorlar...
“O böyle biri değil”, “böyle bir şey yapmaz”, “ben onu iyi tanırım” vs.
Bir anda çevrenizdeki pek çok kişiden bu tür laflar duymaya başlıyorsunuz.
“O böyle biri değil” ittifakına karşı bir şey söyleyecek olun, karşınızda cansiperane biçimde büyük bir duvar örülmeye başlandığını hissediyorsunuz.
Son derece basit bir şeyi, bu tarz bir kefilliğin kimseyi aklayamayacağını, kimsenin hayatı boyunca aynı şekilde davranacağının varsayılamayacağını bile anlatmak güçleşiyor.
Erkeklerin örgütlülüğü, sadece kamusal alanda, sosyal medyada ya da bir tartışma ortamında değil, özel alanda da kendini gösteriyor ve yeniden üretiyor.
Erkekler birbirleriyle ahbaplık ederken karşılarındaki erkekleri peşinen kendileriyle aynı cephede saymaya meyilliler.
Sanki bir erkeğin bir başkasından farklı biçimde düşünmesi ihtimal dahilinde değil. Buna, adeta önceden imzalanmış bir paktı hiçe saymak gözüyle bakıldığına çokça tanıklık ettim.
Örneğin, “O böyle biri değil” laflarının anlamsızlığından dem vuracak olursanız, önce son derece şaşkın bir yüz ifadesi görürsünüz karşınızda...
Sonra bir bakarsınız, o şaşkınlık ifadesi tuzla buz olmuş, karşınızdaki kendi lafına devam etmekte. Kendi kişiliğine toz konduracak bir düşünce ya da argümanla baş edemeyip üzerinden atlama, dinlememe, anlamak istememe...
Erkek örgütlülüğü sadece söz üzerindeki tahakkümde değil, neyin dinlemeye değer neyin dinlemeye değmez olduğuna karar verme hakimiyetinde de gösterir kendini.
Üstelik son zamanlardaki ‘anti-politik doğruculuk’ dalgası ile birlikte, bu dinlememe hali, karşıt yorumların tümünü kendi söz alanına/özgürlüğüne yönelik bir tehdit olarak görme adeti iyice güç kazandı.
Açıkçası kültür-sanat-sinema ortamlarında, politik söz üretiminden çok hoşa gitmeyen sözlerin politik doğrucu olarak yaftalanıp bastırılmasına tanıklık ettim; bunu da en fazla herhangi bir şekilde suçlanan ya da suçlanacağından korkan erkeklerin yaptığını gözlemledim.
Eril söz tekeli en çok bu şekilde korunuyor: Eleştirilerin politik doğrucu müdahaleler olarak nitelenip değersizleştirilmesiyle.
Belki en sık tanık olduğum sahne: Söz hoşa gitmeyince “politik bakıyorsun”, “taraflı bakıyorsun” vs. denilip konunun üstünün örtülmesi. Politik statükonun bu tür savuşturmalar ile korunması...
Türkiye’de özeleştiri kültürü yok denir sıkça ve doğrudur da, ama bundan daha hayati bir sorun da var: Eleştirinin, yukarıda bahsettiğim türden mekanizmalarla itibarsızlaştırılması, marjinalleştirilmesi. Özeleştiriyi monolog, eleştiriyi diyalog gibi düşünebiliriz belki; diyaloğun yok edilmesi her zaman söz tekeline sahip olanların işine gelir.
O böyle biri değil... Hesap vermeme lüksüne sahip olmanın, ‘sadece kendime hesap veririm’ gösterilerinin getirdiği bir taşlaşma bu. Düşünen erkek, heykeli gibi olmak, değişmez addedilmek istiyor.
Eleştirileri kişiliğine hakaret olarak görmesi sorumluluk almaktan kaçınması kadar, kendine dair imgesinin değişmezlik fantezisi üzerine kurulu olmasıyla da ilgili.
“Hayatını yaşa, yeterince deneyim biriktirdiğinde kendin değerlendirirsin”; düşünen erkeğin şimdiki zamanın sorumluluklarından ve eleştirel bakışlardan kaçmasına olanak tanıyan yaşam formülü.
Bu yüzden, aynaya daha fazla bakmamalıyız bana kalırsa. Aksine başkalarının, en fazla da ataerkil düzene karşı örgütlenenlerin sözlerini dinlemeyi öğrenmekle başlamalıyız işe. Hemen şimdi, vakti geldiğinde değil. (FY/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses