Geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali'nde ve Altın Koza'da "En İyi Film" seçilen Köprüdekiler nihayet vizyonda. Yönetmen Aslı Özge, filmin çekim süreciyle ve anlatım yapısıyla ilgili aylık sinema dergisi Altyazı'nın sorularını yanıtladı.
Filmin yapımına belgesel olarak başladığınızı fakat daha sonra projenin kurmacaya çevrildiğini biliyoruz. Bu karar nasıl ortaya çıktı?
Böyle bir film yapma fikri, Boğaz Köprüsü üzerinde trafikte beklerken sıkıntıdan satıcı çocukların fotoğraflarını çekmeye başladığımda aklıma geldi. Hep yanlarından geçip gidiyorum, bir gün kalkıp onlarla evlerine gitsem, hayatlarının içine girsem nasıl olur dedim kendi kendime. Boğaz Köprüsü'nün Asya'yı Avrupa'ya bağlaması, İstanbul'da bir kıtadan diğer kıtaya geçen taşıtların köprüde saatlerce beklemesi, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girebilmek için yıllarca bekleyecek olması, Türkiye'nin belirsiz geleceğinin genç kuşak üstündeki olumsuz etkileri, gelecek korkusuyla sadece o günü yaşama eğilimleri, bu korkunun gündelik hayatı ve ilişkileri nasıl şekillendirdiği, bireylerin kişisel tedirginliklerini ve gerginliklerini toplu davranışlara ve ortak fikirlere katılma içgüdüsüyle nasıl aşmaya çalıştıkları gibi kopuk kopuk uçuşan bu düşünceler, beni bir belgesel yapmaya yöneltti. Boğaz Köprüsü ve orada çalışan gençler filmin ana elemanları oldu. Zaten orada üç meslek grubundan insan çalışıyor, eğer dördüncüsü olsaydı, onu da koyardım. Satıcılar, şoförler ve polis. Daha sonra yaptığım araştırma sırasında birbirinden farklı üç ilginç karakteri yakından tanıyıp hikâyelerini onlardan dinleyince, duyduklarımın beni ilgilendiren kısmından hareket ederek, yeni unsurlar ekleyerek, dramatik yapısını geliştirerek bir senaryo yazmaya karar verdim. Böylece belgeselden uzaklaşmaya başladım. Ancak ana karakterleri de kaybetmek istemediğim için başrolleri de kendilerine teklif ettim. Polisi oynatmak için gereken izinle çok uzun zaman uğraştık, bekledik ama Emniyet Müdürlüğü'nden izin çıkmadı. Bu yüzden polis hikâyesindeki iki karakterden biri amatör diğeri profesyonel bir oyuncu tarafından oynandı. Polislerin ana karakterini, çalışmak istediğim gerçek polisin kardeşi oynuyor. O da polis akademisi sınavlarına girmiş ama kabul edilmemiş, ben de filmde ona bu rolü vererek onun bu polis olma isteğini kullanmanın karakteri canlandırmada olumlu katkısı olur diye düşündüm.
Saha çalışmasına başlamadan, karakterleri tanımadan önce ortada bir senaryo, ya da aklınızda belirli bir izlek, işlemek istediğiniz temalar var mıydı? Yoksa senaryo ve tematik düzlem, tümüyle karakter olarak seçilen insanların gerçek hayatlarına göre mi biçimlendirildi?
Dediğim gibi, fikir önce kâğıt üzerinde yazıldı. Nasıl bir film yapmak istediğim kafamda belliydi. Araştırma yaparken ne aradığımı biliyordum. O yüzden aklımdaki konsepte uygun kişiler aradım, ama protagonistleri bulunca da onlara göre ve onların hayatının akışına göre tekrar şekillendirdim hikâyenin akışını. Ya da çekimlerde olan yeni şeylere kendimi hep açık tuttum. Ama filmi çekerken de, montaj sırasında da, anlatmak istediğim ana konsepti ve ana çatıyı hep korumaya çalıştım.
Filmi farklı zamanlarda birkaç parça halinde çektik. Mesela ilk bölüm Ekim 2007'de 2-3 haftada çekildi. Sonra çekilenleri montaj odasında seyredip, doğaçlama olmuş bölümleri ayrıca değerlendirdim, onlardan bir sahne oluşup oluşmadığına baktım. Bir sonraki kısım bir haftalık kısa bir çekimdi, yılbaşı dönemiydi. Son olarak da 2008 yazında üç hafta daha çektik. Polis izni son ana kadar belirsiz olduğu için onun bölümlerinin hepsini toplu olarak en son çektik. Toplam yedi haftalık çekim, neredeyse bir yıla yayıldı yani. Görüntü yönetmeni Emre Erkmen ön araştırmada da yanımda olduğu için mekânları görmüştü ve fotoğraflarını çekmişti. Buna göre oturup çekimden önce dekupaj yaptık birlikte. Neyi nasıl çekeceğimize iyice karar vermiştik, elimizde plan listesi de vardı. Yani set, kurmaca bir filmin setinden farklı değildi. Hangi sahnede kim ne giyecek, hepsi önceden belliydi. Filmin ışığını yaparken mekânların doğal halini korumaya özen gösterdik. Ayrıca tekniğin amatör oyuncuların gözünü korkutmamasına çalıştık. Mesela evlerde ışıkları önceden yerleştirip, bırakıp gidiyorduk. Doğaçlama gelişen durumlar için de aramızda Emre'yle nelerden taviz vermeyeceğimizi iyi belirlemiştik. Onun dışında Emre'nin çok iyi bir el kamerası var, çok iyi hissediyor oyuncunun bir sonraki hareketinin ne olacağını, oyuncuları çok iyi dinliyor, dolayısıyla cümlesini nerede bitireceğini hissediyor, onlarla bir anlamda dans ediyor gibi. Bu tarz sahnelerde onun bu tarafını bildiğim için ben sadece oyunculara konsantre olabilme şansı yakalıyordum. Çünkü benim için birinci sırada oyunculuk geliyor. Kendi kendime iyi olmayan hiçbir oyunculuk karesini filme koymamaya söz vermiştim. Çünkü o zaman kurduğum tüm "gerçekmiş gibi olan dünya", inandırıcılığını kaybederdi. Bu projede de onların inandırıcı olması en önemli kriterdi.
Oyuncularla kurduğunuz ilişkiden, onlarla ne kadar ve nasıl zaman geçirdiğinizden bahsedebilir misiniz?
Dolmuşa binip, sık sık Taksim-Bostancı hattında gidip geldik. Birinde Berlin futbol takımı Herta'nın bayrağını gördük, Almanya'yla bir ilgisi olup olmadığını anlamak için onunla tanışmaya gittik. O Umut'tu. Almanya'yla hiçbir ilgisi yoktu ama karısıyla ve dolmuşun sahibiyle olan ilişkisi ilgimi çekti. Daha güzel bir eve taşınmak istiyorlardı ve bir önceki filmimde de 'taşınma' meselesiyle ilgilenmiştim. Arada olma durumu ilgimi çekiyor, bir dönemin bitişi ve yeni bir dönemin başlangıcı arasında olmak yani. Bu yüzden bana çok yakın geldi hikâyesi... Onlarla aşağı yukarı bir yıl zaman geçirdim, sürekli görüştüm; birbirimize tamamen alışana kadar, Fikret'in dediği gibi "aileden biri" gibi olana kadar.
Filmde (polis karakteri dışında) herkes aslında kendisini oynuyor. Onlarla oyunculuk üzerine bir ön çalışma yaptınız mı? Polisin hikâyesini yazarken ve oyunculuk tonunu belirlerken izlediğiniz yol, diğer karakterlerle çalışma sürecinizden ne ölçüde farklılaştı?
Bir kere çok çekim yaptık. Oyuncular kameraya ve bize çok alıştılar. Çok tekrar yaptık. Genelde benim arkamdan tekrar ettiler. Önceden bir ezber yaptırmadım. Ama motivasyonlarını iyi belirliyorduk sahnelerden önce. Ben sette bağıran birisi değilim, çok neşeli olurum, gergin olmam, çok güldük ve eğlendik onlarla birlikte, konuşurken şakalaşırken çektik, benden korkmadıkları için hiç gergin değillerdi ve doğal olabildiler diye düşünüyorum. Ekibi de çok benimsediler, güvendiler. Profesyonel oyuncularla ise başka türlü çalıştım. Onlarla oynadıkları karakterleri, o sahneden ne beklediğimi konuşuyorduk. En zor durum tabii polisin durumuydu, çünkü hem başka birisini oynuyor hem de ilk defa kamera karşısına geçiyordu. Onunla biraz çalıştım önceden. Saçını boyattık, diyete soktuk, filmdeki spor stüdyosuna yazdırdık. Ağabeyiyle birlikte polis duruşunu, hareketlerini çalıştırdık. Ayrıca ödevleri vardı, internette chat yapmak gibi. Bazı sahnelerde de prova yaptık, mesela köprüde telefonla konuştuğu için milletvekili kızını durdurma sahnesi...
Filmin ardından karakterlere filmi izlettirdiğinizde ne gibi tepkiler aldınız? Kendilerini nasıl gördüler, değerlendirdiler? Vizyona girmesinden sonra filmin karakterlerin hayatlarına bir etkisi olacağını düşünüyor musunuz?
Filmi ilk defa İstanbul Film Festivali'nde gördüler. Öncesinde göstermeyi teklif ettim ama sürpriz olsun istediler. Fikret daha önce hiç sinemaya gitmemişti, böylelikle ilk gördüğü film kendi filmi olmuş oldu, özellikle onun yanına oturdum ilk gösterimde, kendisini görünce ne yapacağını çok merak ediyordum. Filmi çok sahipleniyorlar ve vizyona girmesini sabırsızlıkla bekliyorlar. Zaten Umut'la Cemile birkaç festivale de benimle geldiler. Oyunculuklarıyla ilgili güzel şeyler duydular, Cemile teklif gelirse oynamak istiyor. Ama bundan sonra film onların hayatına güzel bir anıdan ve yeni edindikleri arkadaşlıklardan başka değişik bir şey getirecek mi, emin değilim. Türkiye'de insanlar her şeyi çok çabuk tüketiyor ve çok çabuk ilgilerini yitiriyorlar...
Karakterleriniz, ellerindekiyle yetinme ve daha fazlasını isteme durumları arasında sıkışıp kalan insanlar. Filmde özellikle dolmuş şoförü Umut ve çiçekçi Fikret, karşılaştıkları zorlukların da etkisiyle değişme çabası göstermeyi reddediyorlar. Sizce bu 'kabullenmeci' bir tavra mı işaret ediyor, yoksa eldekiyle yetinmeye çalışmak aslında bir bakıma daha büyük bir başkaldırı mı? Filmin bu mesele hakkında bir söz söyleme gibi bir derdi var mı?
Evet, tabii ki filmin böyle bir derdi var. Aslında ellerinde olmayan sebeplerden dolayı karakterlerin sınırları var. Film onların bu sınırlara çarpmasını ve kendi sınırlarını tanımalarını anlatıyor. Burada devlete bir eleştiri var, Fikret iş bulamıyor çünkü eğitimi yok. Okuma yazmayı at yarışlarından kendi kendine öğrenmiş. O mahallede kimsenin eğitimi yok. Türkiye'de eğitim zorunlu değil mi? Fikret hayat boyu sokakta polisten kaçarak çiçek satmaya mahkûm. Ne yapsınlar, aç kalacaklar yoksa. O yüzden filme başbakan konvoyunun köprüden geçtiği sahneyi koydum. O diyaloğu sonradan ekledim oraya. Fikret'in başbakanla buluştuğu tek yer köprü... Ben mesaj veren bir sinemadan yana değilim, bence bir yönetmenin hangi sahneleri arka arkaya koyacağı konusundaki kararı onun duruşunu ve niyetini ortaya koyar, ben bu konuları tartışmaya açmak istedim.
Köprüdekiler'in kahramanlarının, İstanbul' un alt sınıfını temsil ettiklerini söyleyebiliriz. Ama onları bir araya getiren başka özellikler de var: Sallantıda yaşayan, hayatını bir temele oturtamamış insanlar bunlar. Bir bakıma huzuru arayan karakterler. Karakterlerin paylaştığı bu ruh halini filmin anlatımına taşıma konusunda bir çabanız oldu mu?
Tabii, zaten bu ruh hali onları bir araya getiren şey, yoksa yolları filmde kesişmiyor, özellikle de kesişsin istemedim. Daha önce Fırat (Yücel) bir yazısında çok güzel anlatmıştı, hikâyelerin birleşmemesi onların şehirdeki yalnızlıklarını vurguluyor demişti. Üstlerinde yaşadıkları ortamın ve şartların ruh hali var, bu da benim dikkat çekmek istediğim nokta. Bir de tabii benim gelecek korkum var işin içinde; o da yükselen milliyetçilik. Hiçbir karakterin politik görüşü benimkine uymuyor. Ama onları eleştirmek yerine, yargılamadan bu anlayışın nereden doğduğunu ve geliştiğini anlamaya çalıştım filmde. Ama kendi düşüncemi de uygun yerlerde açıkça gösterdiğimi düşünüyorum. Mesela İbo 29 Ekim kutlamalarını görünce "keşke savaş olsa," diyor. Bu cümleyi ben ona söylettirdim.
Film kurmaca olmakla beraber daha çok belgesel estetiğin kodlarını kullanıyor. Böyle bir estetiği tercih etme sebepleriniz nelerdi? Genel olarak kurmaca-belgesel ayrımı konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ben filmin genelinde belgesel estetiğinin kodlarını kullandığımı düşünmüyorum. Böyle bir estetikten kastınız araştırıcı, deneyen ve olayları o sırada doğaçlama takip eden bir el kamerası mı mesela? Köprüdekiler'de önceden sahne çözümlemesi yapılmış, kararlı, çoğu zaman sabit ve ne zaman genelde duracağını ve tam olarak ne zaman yakın plan çekeceğini bilen bir kamera anlayışı var. "Belgeselmiş gibi" çekme hali de planlı aslında. Mesela polisin milletvekili kızını durdurması sahnesini özellikle yakalayamamış ya da yakınlaşamamış gibi çektik. Ama bence bu hissin geçmesinin en büyük nedeni, benim çekim sırasında karşıma gelen spontan olay ve durumlara açık davranmam ve onları filme dahil ederek bir arka fon oluşturma çabam. Özellikle bunu Türkiye'nin günlük hayatıyla ilgili olan her şeyde yaptım. 29 Ekim kutlamaları, köprüden başbakanın geçmesi gibi... Böylelikle birbirinin yanından geçip giden paralel hayatları anlatan bu filmde, bu üç karakterin aynı zamanı ve mekânı paylaştığı hissini güçlendirmeye çalıştım. Bu bence estetikten çok genel anlayış, tavır ve yaklaşımla ilgili.
Geçtiğimiz yıl Adana Altın Koza Film Festivali'nde Köprüdekiler'le birlikte gösterilen 11'e 10 Kala ve İki Dil Bir Bavul filmleri de belgesel-kurmaca ilişkisine dair bir boyut içeriyordu ve bu durum, üç filmin basında aynı başlık altında değerlendirilmesine neden oldu. Bu filmlerin sinema dillerini karşılaştırdığınızda Köprüdekiler'in anlatım açısından nerede durduğunu düşünüyorsunuz?
Öncelikle kategorize etmekten ve sınırlar koymaktan hoşlanmıyorum, bu "okumayı" kolaylaştırmaktan başka ne getiriyor bilmiyorum tam olarak. Ancak bu söyleşide bu konu üzerine bayağı konuştuk, bu yüzden kısaca şunu söyleyebilirim, eğer mutlaka bir ayrım yapmak gerekiyorsa, bence İki Dil Bir Bavul çok iyi bir belgesel film. Dramatik sinemanın olanaklarını kullanarak adeta kurmaca filmmiş gibi çekilmiş. Köprüdekiler ise sanki belgesel filmmiş gibi çekilmiş bir kurmaca film. Sanki niyet aynı. Ayrıldığı nokta ise İki Dil Bir Bavul'un spontan çekilmiş olması ve tekrarlara dayalı olmaması. Köprüdekiler'de sahnelerin çoğu tekrarlardan oluşuyor, bir oyuncu yönetimi ve bir mizansen anlayışı var.(BÇ)
* Bu söyleşisi Altyazı sinema dergisinin Mart sayısından alıntıladık.