Diyarbekir kuyumcular çarşısının bilcümle esnafı onu “istanbullu” ya da “İstanbullu Orhan” olarak tanır bilirdi. Onu 1988 yılında bir bilezik ustası olarak İstanbul’dan Diyarbakır’a getiren geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan herkeslerin “Ceco” olarak bildiği Müceddet Can’dı. “İstanbullu” iyi bir altın bilezik ustası olduğu gibi; iyi de içerdi, hem içerken yemek yemeyi unutacak kadar içerdi.
Son zamanlarda rakı fiyatlarının hayli artmasıyla gayet ustaca kendi rakısını kendisi üretmeye de başlamıştı. Öte yakaya göçtü geçtiğimiz günlerde İstanbullu Orhan ardından güzel dostluklar bırakarak.
Ahmet Çakmak, 2020 yılı içinde yayınlanması planlanan “Kuyruklu Hikâyeler” kitap dosyasında Diyarbakır’a geldiği tarihten bu yana 32 yıldır tanıştığı İstanbullu Orhan’ı da yazmış(tı). Kitap dosyasının son okumasını yapıp bitirmiştim ki İstanbullu’nun ölüm haberi geldi. İsteğim üzerine yazarının izni ve onayıyla İstanbulluya veda ve vefa niyetine yazının bir bölümü kullanıyorum...
Ve değil mi ki Murathan Mungan’ın dediği gibi; “vedası ağır olur, vefası olan kalbin”.
“İstanbullu
Ahmet Çakmak
İnsan yedisinde neyse, yetmişinde de odur.
Yeditepeli şehrin Kapalıçarşı civarında, gün yüzü görmeyen arka sokaklarındaki küflü han odalarında, derme çatma pasajımsı yerlerin bodrum katlarında, bilumum kuyum sanatkârlığını en üst düzeyde sürdüren Orhan Usta, aynı zamanda sıkı bir akşamcıydı.
Usta’nın hem anne, hem baba tarafından dedeleri Balkan muhaciriydi. Yüzyıl önce büyük göçte, önce Bursa’ya ardından İstanbul’a taşınmışlardı. Genlerinde dalga dalga kaynayan göçebelik duygusu, ustanın aldığı yeni iş teklifiyle hiç bilmediği yeni bir coğrafyada yaşamanın kapısını aralayacaktı.
İstanbul’da ona ekmek kalmamıştı. Karnının doyacağı yere gitmeye mecburdu. Sonuçta gideceği yer de memleketin bir parçası değil miydi?
İstanbul’a, hatta Bursa’ya bir hayli uzakta, etrafı surlarla çevrili şehirde, ilk defa bir bilezik atölyesi kurmak istiyordu birileri. İşi bilene ihtiyaçları vardı. “Gidip orada çalışır kalemkârlığı da bir iki kişiye öğretir, dolgun bir ücret alırsın,” teklifi ortak tanıdık vasıtasıyla ulaştı kendisine.
Usta için ne fark ederdi ki! Gitmek, bir an önce yer değiştirip rahatlamak istiyordu. Kaçar gibi kısa sürede hazırlandı.
Otobüse binmeden gününün önemli bir kısmını geçirdiği Agop Usta’nın meyhanesinde önce bir ufak rakıyı devirdi, ardından Kasımpaşa’daki Bacanakların yerinde, hem yeni nişanlanmış çocukluk arkadaşı Canip’i, hem de hal ve hareketlerini çok beğendiği komi Zihni’yi görüp diğer at yarışı meraklılarıyla iki birayı mideye cila etti.
Beynini yeni yaşamı için demledi ve o kafayla da yola koyuldu. Yirmi dört saatten fazla süren otobüs yolculuğunun ardından işine, yeni hayatının başlayacağı dört etrafını bazalt taşların sarmaladığı son zamanların keder yüklü şehrine ulaşacaktı.
Köyleri, kasabaları, şehirleri horuldayarak geçip yavaş yavaş kendine gelmeye başlayınca, havanın, toprağın gittikçe farklılaştığı buranın İstanbul’la, Bursa’yla ve gördüğü diğer şehirlerle hiç ilgisi olmadığı gerçeğini şaşkınlıkla izledi. Onun için o kadar da ehemmiyeti yoktu bu durumun o sıra..
Çalışacağı yere, kuyumcular çarşısına gelirken üzerine üzerine gelen insanların simalarına baktı dikkatlice. İstanbul’da ekseriyeti buralı, mizacı sert ama temiz kalpli insanlarla ahpablık kurmuştu. Ama onların burada bu kadar çok bulunabileceğine pek ihtimal vermiyordu.
Dükkânların önünde, kendi aralarında anlamadığı dildeki konuşmalarını dinliyor, pratik İstanbul zekasıyla onları anlamaya çabalıyordu. Üstünde durmadı. Çocukluğunu ve tüm gençliğini geçirdiği İstanbul’dan sonra, ekmek parasını kazanıp mutlu olarak yaşayacağını fazla kafaya taktığından orada olup bitenleri gereksiz gördü. Sora sora ulaştığı çarşıda kendisiyle telefonda görüşen kişiyle ayaküstü görüştü.
Çarşının bitiminde arkada girişi olan tarafa yöneldiler. Dar bir merdivenle girilen yer iki katlıydı. Birinci katında kuyumcuların derneği bulunuyordu. Yukarı çıkıp çalışacağı atölyeyi kalemkâr odasını inceledi. Patronla sohbet edip buranın nasıl bir yer olacağını sordu. Yemekler yendi, üstüne kaçak çaylar içildi.
Patronu, dernek başkanlığının yanı sıra İstanbul’da gördüğü, bölgede henüz yapılmayan hep dışardan hurda altınla alınıp satılan bilezik yapmaya, makineleri getirip İstanbul’dan gelecek ustayla şehrin bilezik ihtiyacını doğrudan karşılamaya, ilçelere, olabilirse yakın şehirlere daha iyi imkanlarla bilezik satmaya, o sıra çok kötü giden işlerini düzeltmeye karar vermişti.
Orhan Usta’nın çalışacağı kalemkâr odası, atölyenin içinde önü yarıya kadar duvar, kalanı tabana kadar cam çerçeveli, arka duvarları ise tavana kadar beyaz fayansla kaplı, dar girişi olan bir hücreyi andırıyordu.
Atölyeye çalışma makineleri konmadan önce, ustanın eşliğinde çalışırken etrafa uçuşan altın çapakları ziyan olmasın diye, tabanın nerde ise tamamına mazgallar döşendi, üzerlerine tel çekme makinesi, onun üzerine serilen muşambalarla sabitleşmiş uzun çekmeceli masa, atölyenin tam ortasına gelecek biçimde konulmuş bin yüz dereceye kadar ısısı artan eritme makinesi ve ince uzun tel çekmek için kullanılan demir aksan yerleştirildi. Tezgahın arkasındaki duvara tahta bir panoya aletlerin gelmesi için yuvalar hazırlandı. Atölyeye ne gerekiyorsa asıldı oraya: çift, mengene, karga burnu, ince pense, makas, tam orta yere eritme ocağı yanına çeşitli boylarda pik demirden haddeler..
Patron, Orhan Usta’ya çarşıya yakın bir akrabanın arada bir kullandığı bekâr evini tahsis etti. İşe başladılar. Günler geçtikçe işler yavaş yavaş açılmaya, sermayeleri altın cinsinden artmaya başladı patronun. Herkes halinden memnundu haliyle. Usta, işinde gayet iyiydi. Becerikliydi. Yeni bilezik modellerini; Ajda, Sibel Can, raylı, çöp, baklava modelleri şak diye çıkarıyordu ortaya.
Her gün bir taraftan işini yapıyor, bir taraftan da elmas makinesinin sağ tarafına aldığı rakısını yudumluyordu. Usta gün aşırı içmesine rağmen çalışkandı. Çarşı esnafı bilezik için haftalarca İstanbul’dan gelecek siparişleri beklemek zorunda kalmıyordu. Hurdasını atölyeye teslim ettikten bir gün sonra istediği modelde bilezikleri teslim alabiliyordu.
Neredeyse rutine bağlanan bu çalışma azmi günün birinde tık deyip durdu, ve usta sessiz sedasız öte yakaya göçtü....”
Orhan Ustayı uğurlarken noktayı şöyle koyayım. Bende hakkı var. Ürettiği rakısından içtim. 1959’da İstanbul’da başlayan hayatı 61’inde Diyarbakır’da beyin kanaması sonucu ölümüyle sona ererken en yakınındaki dostlarının neredeyse çoğu Orhan’ın soyadını bilmiyordu. Çünkü o Diyarbakır’da bir “İstanbullu”ydu... (ŞD/AS)