*Temsili fotoğraf: Анастасия Беккер/Pexels.
Doksanların sonuydu... Çok uzun süren ve hareketsizlikten oldukça da "kütükleştiren" bir yolculuktu. Hiç unutmuyorum. Yaz aylarının kavurucu sıcağında saatler süren "oturma mecburiyetinden nasıl kurtulunur", diye düşündüğüm çok olmuştur.
O zamanlar, şimdi olduğu gibi uçak yolculukları henüz sık ve ucuz değildi. Yurt dışından gelip, İstanbul'dan memlekete gitmek, bu nedenle düşündürücü ve eziyetli oluyordu.
Paradoksal olan, bütün bu sıkıntılara rağmen, memleketin yolunu tutmamak, mümkün değildi. Orada yaşayan ve uzun zamandır görüşmediğim bir ailem vardı...
Otobüs terminaline beklenen otobüs gelmişti artık. İstanbul'un trafiği, keşmekeşliği sabahın ilk sessizliğini çoktan unutturmuştu bana. Korna sesleri acımasızcaydı kulaklarıma çarparken.
Düşmanca yoğunlaşmış taşıtların kaosunda, egsoz dumanlarından oluşan ağır koku genzimi yakıyordu. Gökyüzünü kaplayan grimsi sis tabakası insanın nerede olduğunu anlaşılmaz bir hale getiriyordu.
Taşıtların arasından aniden beliren, yolun bir yanından öbür yanına koşuşturan insanlar; ellerindeki naylon torbaları ve parmak aralarındaki sigaraları umarsızca tutuyorlardı.
Bu insanlar geçiş anında kafalarını kaldırıp, gelip geçen arabalara bakmıyorlardı bile.
Aceleyle yolun öbür tarafına yetişmeye çalışan insanları, genellikle erkekleri görünce hep ürperir, korkudan nefesimi tuttuğumu sonradan fark ederdim.
"Bu ne ki, teooooooo!"
Utanmasam çığlık atasım gelirdi, sanki çok faydası olacakmış gibi. Fakat, bir Anadolu kadını olarak aldığım terbiye, beni bu davranıştan alıkoyardı.
Koluna sıkı sıkı sarıldığımı fark eden kardeşim, sessizce fısıldayarak "Nere korkma korkma re. Bu ne ki, teoooo!" diye beni yatıştırıyordu.
Terminalde, biz iki kız kardeş valizlerimizi itişe kakışa, insan kalabalığının arasından sıyrılarak, gerideki tenha bir yere götürdük.
Valiz sürükleyenler, sırtlarında eşya taşıyanlar; simit, su, mendil, oyuncak ve çerez satan, yüzleri güneşten bronzlaşmış erkek çocukları ve yaşlı amcalar bağırarak, bize eşlik ediyorlardı.
Çaycı gençler havada salladıkları tepsilerle insan kalabalığının arasına dalarken "çay, taze çay" diye bağırıyorlar, sonra yaklaşıp "Çay var çay! Abla çay!" diyerek ince belli minik cam bardakları, istemesek de bizlere uzatıyorlardı.
Çaycılardan biri kardeşimin önünde durdu ve uzattı bir bardak çayı. "Çay sıcak mı?" diye sordu kardeşim. "Evet abla, yeni demlendi!"
Kardeşim ne yaptığını bilen, kendinden emin bir tavırla çıkardı bozuk paraları ve çaycıya uzattı. Aldığı iki çay bardağından birini de bana verdi. Her şey çok çabuk oluyordu. Bana sorma gereği duymadan "al abla, iç iyi gelir" dedi.
Çayın görünümünü çok koyu bulmuştum, ama bir şey demeye cesaretim yoktu. Ortamın keşmekeşliği ve temposu benim şaşkınlığımı gözle görülür bir şekilde etkilemişti. Kardeşim farkındaydı benim hoşnutsuzluğumun, ama oralı olmadı.
Beyaz otobüsün bagajı
İnsanlar çok gergin ve agresif bir tavır takınıyorlardı. Yüksek sesle konuşmaları, bağrışmaları beni tedirgin etmişti. Kardeşim de, orada gergin ve kızgın görünenlerden biri olmuştu benim gözümde.
Çekildiğimiz köşede ayakta duruyorduk. Sabahın çok erken saati olmasına rağmen, hava çok sıcaktı. Çay bana bayat ve acı gelmişti.
Evet evet, bayat olduğu belliydi. İçemedim. Kardeşim hiç oralı olmadan sigarasının da yardımıyla yudumladı çayını. Bardaklar o kadar minikti ki, kardeşim birkaç saniyede yudumlayıp bitirivermişti bile.
Beyaz renkli "Can ..." yazılı otobüsün bagajına yaklaştık sonuçta. Bavulları sürükleyerek, kuyruktaki yerimizi aldık. Kuyruk dediğim kümelenmiş, önü ve sonu olmayan insan kalabalığıydı...
Her kafadan bir ses çıkıyordu.
Muavine seslenenler, birbirlerine fırsat vermeden valizlerinin bir an önce alınıp yerleştirmelerini rica edenleri izliyordum. Pala bıyıklı yaşlı amcanın biri, tipik yörenin aksanıyla, yalvarırcasına "Abe, qadan alam, a bunun içinde qırılacaq eşya var a! A bunu a u arqaya sıqıştır, ölem sana!" derken nerdeyse bagajın içine giriyordu.
Benim şaşkınlığımı fark eden kardeşim beni eliyle hafif iterek "abla sen hele yaklaşma, ben hallederim" deyip o da muavine valizlerimi arka taraflardan bir yere yerleştirmesini söyledi. Muavin "merak etme abla, yerimiz bol" diyerek yatıştırdı kardeşimi.
Muavin işinin uzmanıydı elbette. Bu işi küçük yaştan beri yaptığı nasılda anlaşılıyordu. Yolcuya nasıl davranıp ikna edeceğini türkü söyler gibi biliyordu.
Yolcuların itişe kakışa, bağıra çağıra feregatçılarıyla otobüsün giriş kapısına doğru gitmeleri beni heyecanlandırmıştı.
"Acele etmemiz lazım herhalde", dedim kardeşime. Bir yandan çantasının içini karıştıran kardeşim "hayır abla korkma! Önce anons edecekler. Daha zamanımız var cicim" dedi.
Yine iki eliyle daldığı çantasından çıkardığı yine sigara paketiydi. Bir sigara daha yaktı. Kardeşim her eylemden, her "kol kaldırma"dan sonra bir sigara yakardı. Kendini ödüllendirmek istercesine.
Aslında, o da heyecanlıydı, ama hiç belli etmiyor muydu? Zırt pırt sigaraya dadanması heyecanın ta kendisi değil miydi? Biz iki kardeş dikildiğimiz alanda insanlara bakıyor, yorumlar yapıyor ve gülümsüyorduk.
O beni, ben de onu sakinleştirmeye, kendini güvenli hissettirmeye çalışıyorduk.
Yavaş yavaş otobüse binen yolcuların sayısı çoğaldı.
Devam edecek!
(HK/PT)